“İllinoisli
bir çiftçinin genç karısı, ilk çocuğunun, kocasının dilediği gibi, erkek
olmasını istemişti. Harry’nin kendisine sıkı sıkı sarıldığını sonra da oğlunu
gururla kucağına aldığını görmek arzusuyla aptalca ama temiz yürekle
eczacısından birtakım “haplar” almış ve içlerindeki tozu kocasının kadehine
doldurduğu biraların köpüğüne dökmüştü. Genç çiftin bunda sonra verimli bir
cinsel yaşamı olmuştu. Bir sonraki kış küçük Harry, bir yıl sonra da ikizler
Ted ve Fred doğmuştu. Baba durumdan pek hoşnuttu ama şimdi bir kız çocuk
istiyordu.
Her
zaman gönül okşamaya uğraşan Amy, uygun tedavi için eczacısını görmeye gitti.
Ne yazık ki eczacı üzgündü; ‘karşıt ürün yok’ dedi. Bu durumda kocasına bir kız çocuk verebilmek
için işleri rastlantıya bırakıp yıllarca bekleyecek miydi Amy?”
Beklemez…
Amy’nin vesile olduğu hukuki bir süreç başlar… Süreçle birlikte olaylar zinciri vuku bulur ve dünyada bir silkelenme gerçekleşir... Doğmamış kız çocuklarının dünyaya gelme, "yaşama hakkı"nın hesabı sorulmaya başlanır.
Kosovalı bir kız çocuğu (2013)
Daha
ana rahminde minik bir can iken “yoksun sen” diyen erkeklerin ve yarattıkları sistemin karşısına dikilir Clarence, böcek profesörü sevgilisi ve yaşlı, bilge dostu.
Ve
hiç bir şey tesadüf değildir… Dünyayı sarsacak, doğmamış kız çocuklarının
kaderini etkileyecek olaylar, böcek profesörünün,
Kahire’de bir pazardan aldığı bokböceği baklalarıyla başlar.
Bokböceklerinin hikmetine gelince...Eski
Mısır’da bokböceği tılsımlı bir hayvanmış… Yeniden doğumu, doğurganlığı
dolaysıyla bereketi, dişili simgelermiş. Bu bokböceklerinin büyülü güçlere
sahip, yaşamın sırlarını bilen hayvanlar olduğuna inanılırmış. Bu nedenle de taşlara
işlenip muska olarak da kullanılırmış ki muskayı takan kişi ölümsüzlüğe
uzansın... II. Ramses bokböceklerini görünce yerlere kapanıp, secde edermiş
bokböceklerine… Bu bokböceklerinin tılsımlı gücü, Mezopotamya’ya, Yunanistan’a,
Fenike’ye, Roma’ya kadar yayılmış.
“Bokböceği
ne yapıyordu? Daha doğrusu ne yapar? Çünkü kendisine tapılması, davranışlarında
hiçbir değişikliğe yol açmadı.
Önayaklarıyla
önünde yuvarladığı dışkıdan bir parça koparıp onu sıkıştırır ve topak yapar.
Bunun öncesinde, toprakta bir delik açmıştır ve topağını tamamlandığında bu
deliğe iter. Hatta kimi zaman, ilk mucize budur işte, topağı dosdoğru deliğe
götürmek yerine, tam tersi yöne, küçük bir kum yığınına iter, tepesine kadar
çıkarır ve yuvarlanıp dosdoğru deliğe düşmesini sağlamak üzere oradan bırakır.
Bokböceği, topağını deliğe yerleştirdikten sonra, kımıldamasına engel olmak
için ona bir armut biçimi verir, sonra ince uca bir yumurta bırakır, ondan bir
larva çıkacaktır. Larva doğduğunda, topağın içinde beslenir ve olgunluğa
erişinceye dek kendi kendine yaşar orada. Yani bir bokböceği ‘kabuğundan’
kurtulup aynı hareketleri yineleyene dek… Bu yuvarlanan topak, Mısırlılara
göre, güneşin gökteki hareketlerini simgeler. Dışkıdan tabutlarını parçalayan
bokböcekleri de ölümden sonra yaşamı simgeler. Aslında piramitlerde de dışkıdan
yapılmış, biçimlendirilmiş devasa armutlar değil midir? Ölülerin tıpkı
bokböceği gibi, bir gün oradan çıkacaklarını neşeyle yeniden işlerine güçlerine
koyulacakları umulmamış mıydı?”
Bokböceğinin gündelik yaşamından bir kare...
Bokböceği
baklaları, bakla tanelerine benzeyen, içinde bir toz bulunan, üzerinde
bokböceği resmi olan kapsüllermiş… Ve üzerinde mideye indirilmeden mutlak
yapılması gereken prospektüsü varmış;
“Sürüp gitsin soyun, bir oğlun olsun.”
“Düşünsenize
bir gün gelip, erkeklerle kadınlar, çok kolay bir yöntemle, çocuklarının
cinsiyetini belirleyebiliyorlar, o zaman kimi toplumlarda sadece erkek çocuk
istenirdi. Kısacası üreyemezler ve zamanla yitip giderlerdi. Bugün için bir sorun olan erkeklerin üstün
olduğu düşüncesi, işte o zaman toplu intihara dönüşebilirdi.”
Amin
Maalouf, “Béatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl” romanını 1992 yılında yazmış.
Roman, diğer romanlarına göre biraz
farklı. Sevdiğim bir yazar olduğu için romanı okumaya başladığımda, açıkçası konusu çarpıcı, anlatım dili sıkıcı
geldi. Hatta okurken acaba çeviride mi bir sorun var diye de düşündüm. Fakat hem konusunu kişisel olarak önemsediğim hem de bilgiye dayalı araştırma-inceleme türü kitapları okumaktan keyif aldığım için roman, üslup sorununa rağmen
sevdiğim kitaplar arasında yerini aldı.
Roman,
erkek egemen dünyanın salt erkek çocuk arzusu ve bu arzuya ya da
sisteme de diyebiliriz, hizmet odaklı bilim üzerine düşünme fırsatı sunuyor
bize. Konuya dair biraz araştırma yapınca romanın, gerçek bir soruna ayna
tuttuğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz.
Örneğin; Çin’de
1979 yılından-2015 yılına kadar sıkı bir şekilde sürdürülen tek çocuk
politikasının sonucunda, Çin’in bazı bölgelerinde kız çocukları kürtajla yok
edilmiş. Bu da demografik çöküntüye yol açmış. Çünkü kız çocukları değersiz, işe
yaramazmış… Pirinç tarlalarında bir erkek gibi çalışamaz, verimi düşürürmüş… Kız çocuklarının doğmadan ya da doğduktan sonraki ölümü, insanlık tarihinde ilk kez olan ya da duyulan bir şey değil elbette... Çin, uyguladığı politikalar nedeniyle madalyonun görünen tarafı… Görünmeyen tarafı da var... Misal, kız çocuklarına yapılan vahşetin, birçok üçüncü dünya ülkesinde varlığını değişik yöntemlerle hala sürdürmesi... Sonuçta Çin örneği de 100- 200 yüzyıl öce değil, birkaç sene önceye kadar yaşanan bir şey... Romanda Çin konusuna da değiniliyor. Romanı okumaya değer kılan şey, dünyanın bu sorunla yüzleşmek
“zorunda kalması” süreci ve yüzleşmeyi sağlayan kahramanların hikayeleri...
Roman, önce düşünceyi bulandırıp, sonra vicdanı kanatırken, sonrasında ayıktırıyor.
Roman, önce düşünceyi bulandırıp, sonra vicdanı kanatırken, sonrasında ayıktırıyor.
Son olarak, bir hayal edelim lütfen; 8 milyar nüfusu olan
dünya, gelecekte sadece erkeklerin yaşadığı bir dünya olsa… Dünya üzerindeki
son kadın ölse… Ne olurdu? Nasıl bir dünya olurdu?
Bilgi: Kız çocuk fotoğrafı dışındaki görseller, internetten alıntıdır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder