Kenneth Nichols O'Keefe, eski Amerikan deniz komandosu ve savaş karşıtı bir aktivist…
İlginç bir yaşam öyküsü var… Birinci Körfez Savaşı, kod adı “Çöl
Fırtınası Harekâtı” olan savaşa, Amerikan donanma komandosu olarak
katılıyor. (17 Ocak 1991-28 Şubat 1991). Amerika
Birleşik Devletler Başkanı o zamanlar Baba Bush... Çöl Fırtınası Harekâtından bizlerin hafızalarında, Saddam'ın Kuveyt'i
bombalaması ve petrol kuyularından sızan petrol sonucu petrole bulanmış can çekişen kuşlar, CNN yayınları
kalırken; o savaş, Kenneth O'Keefe’in kişisel dünyasında başka
yollara kapı aralıyor… O'Keefe, savaş sonrası tam bir savaş karşıtına dönüşüyor.
20
Mart 2003 yılında “Irak'ı Özgürleştirme Operasyonu” adıyla İkinci Körfez Savaşı başlıyor. Amerika Birleşik Devletler Başkanı bu sefer Oğul
Bush… 15 Aralık 2011 tarihinde Bağdat'ta bulunan Amerikan Üssü'nden son
Amerikan Bayrağı'nın indirilmesiyle savaş “resmi” olarak sona eriyor.
Bu
kez hafızalarımızda sorgu yöntemleri arasında waterboarding (yatar pozisyondaki
kişinin ağzının havluyla kapatılıp yukarıdan havluya su dökülerek boğulma hissi
yaratılması), bir haftadan uzun süre uykusuz ve ayakta bırakma, tokat, duvara
çarpma gibi işkence teknikleri ve turuncu giysili mahkûmların işkenceye maruz
kaldığı Guantanamo üssü kalıyor. İnsanlığın sıfırlandığı, insanlık dışı o görüntüler…
Kenneth O'Keefe, 2003 yılında Irak savaşını önlemek için "canlı
kalkan" olarak Bağdat'a gidiyor. Kişisel web sitesinde yaşam öyküsünü şöyle anlatıyor; 21 Temmuz 1969'da Kaliforniya’nın Napa şehrinde doğdum. Doğduğum gün, astronotlar Ay’da yürüyor, doktorlar ise beni teslim ederken, TV’den astronotların Ay’a yürümesine dair haberleri izliyor ve kendi aralarında konuşuyorlardı. Ailemin ilk ve tek çocuğuydum. Ailem ben beş yaşındayken boşandı. Babam uzlaşmaz, diktatör; annem ise koşulsuz sevginin özlü örneğiydi adeta. Bu tavır anneler için gerçekten en büyük hata… Çünkü annemin sevgisi sınırsızdı ve ben bu sevgiyi anneme karşı kullanıyordum. Gençliğimin büyük bir çoğunluğunda bencil, basit ve Batılı bir materyalisttim… 5 yaşında iken ailemin yakın bir arkadaşı tarafından tacize uğradım. Rahatsız edici ve istenmeyen bir olay olmasına rağmen bu olayla ilgili asla kendimi suçlamadım. Babam ilgisiz biriydi. 2001'de öldü ve ölümünden önce ona karşı acı çekmediğimi açıkça belirttim. Şüphesiz beni seviyordu… Ancak kendisinin ve neredeyse hepimizin tanıdığı korkunç adaletsizlik dönemini duygusal olarak kıramayan, hayatın sayısız kurbanlarından biriydi benim için babam. Orta sınıfın yaşadığı Güney Kaliforniya'da, çoğunlukla San Diego ve Los Angeles'ta büyüdüm. Lisedeyken okul sonrası bir Fransız restoranında garson olarak çalıştım. Bir gece, Stanley Kubrick’inklasik “Full Metal Jacket” adlı filmini izledim. Bu film Amerika Birleşik Devletleri Deniz Piyadelerine katılmam için bana ilham kaynağı oldu. Vatanseverlik motivasyon değildi benim için. Beni bu karara motive eden şey kazanacağım disiplin ve girişimdi. Deniz Kuvvetleri'ne katılma kararım "hayatımın en aptalca kararı" idi. Sonra hayatımın en büyük hatası bana çok doğru şeyler öğretti. Deniz Kuvvetleri Ana Kampı Lejeune North Carolina kampında saygın bir Denizciydim. Orada şahit olduğum adaletsizlikler ve birçok olaylar benim bugünkü aktivizmimin temelini oluşturdu. Sonra Körfez Savaşı’nda görev aldım.”
North Carolina Kampında birlikte çalıştığı Çavuş Stanley, Kenneth O'Keefe’e dünyayı dar eder ve o çavuşla Körfez Savaşı’nda da çalışmak zorunda kalır. “Körfez savaşında; boyun eğen, ölen Iraklı askerleri gördüm. Günlerce süren petrol patlamalarını, ateşi gördüm. Siyah bir gece gibiydi, bir Hollywood filmi gibiydi her yer… Hiçbir uykuya ihtiyaç duymadan, yorgunluk hissetmeden yaşıyorduk. Çünkü adrenalin şiddetli bir nehir gibi akıyordu kanımda. Irak'ta herhangi bir insanı öldürmediğimi bilsem de ne yazık ki gerekirse öldürebileceğimi biliyordum. Çılgın bir ırkçı değildim ama yine de ırkçıydım. ‘Düşmanın’ nasıl öldüğünü mantıklı hale getirebilecek ahlaki gerekçelerle donatılmıştım. Cehalet ve inkâr mükemmel çalışıyordu ve kendimi gerçekten düşünmüyordum, sadece ‘işimi yapıyordum’.”
Deniz Piyadeleri tecrübesi Kenneth O'Keefe’e, iktidarların kötüye kullanımının nelere yol açtığını deneyimlemesi bakımından önemlidir. “Dünyanın ezilen kitlelerine yabancı olan bu hayatı terk etmemiş olsaydım, Batı'nın kör, sağır ve çılgınca, ‘müreffeh’ olmakla yetinmiş yalın kitlelerine katılırdım.” Kenneth O'Keefe, Körfez
Savaşı’ndan sonra yaşamını köklü olarak değiştirir. Bir dönem Greenpeace için
çalışır, vegan olur. Sonra Hawaii’ye yerleşir. Orada deniz kaplumbağaları ve
türleri tehlikede olan hayvanlar için mücadele eder. Tam bir çevrecidir artık o…
Keskin karakteri çevreciliğinde de ön plana çıkar ve devlet ile başı fazlasıyla
belaya girer. 1999 yılında ABD vatandaşlığını resmen reddeder. Mart 2001'de ABD vatandaşlığından yasal olarak
vazgeçmek için ABD yasalarına göre yabancı bir konsolosluğa (Kanada- Vancouver)
başvuru yapar sonra Hollanda’ya (Lahey) başvurur, sonuç alamaz. Dış İşleri
Bakanlığından kendisinin hala bir Amerikalı olduğuna dair bir yazı gelir.
Sonraki süreçte büyükannesinin İrlandalı olması nedeniyle İrlanda
vatandaşlığına geçer. Kenneth O'Keefe’in siyasi görüşleri de zamanla değişecektir.
Filistinli Fadiwa Dajani ile
evlenir.
2008 yılında Özgür Gazze Hareketi’nin, Gazze ablukasını kırma amacıyla
gönderdiği gemilerden birine kaptanlık yapar. Filistinliler tarafından
kendisine Filistin vatandaşlığı verilir. Mayıs 2010 yılında İHH
İnsani Yardım Vakfı ve Özgür
Gazze Hareketi'nin organize ettiği ve Gazze'ye
insani yardım taşıyan Mavi Marmara gemisindedir O'Keefe.
Gazze filosu baskınında İsrail ordusuyla çarpışan yolcular
arasındadır… Sonra İsrail'de tutuklanır, dayak yer… Serbest bırakılır,
İstanbul’a gelir. İsrail Savunma Güçleri (IDF), 6 Haziran 2010'da
O'Keefe'nin "İsrail karşıtı aşırılıkçı" ve "Hamas Terör örgütü
operatörü" olduğunu söyler ve "Filistin terör örgütü için komando
birliği kurmak ve eğitmek için Gazze Şeridi’ne giriyordu” der.
Kenneth O'Keefe hakkında bu kadar geniş bilgi vermemin nedeni sosyal medyada birçok kişi tarafından paylaşılan videosu ve videodaki konuşması üzerinden “gerçek, algı, bilgi, fikir ve propaganda” gibi kavramlara dair bir şeyler yazma isteğim. O'Keefe’in yaşam öyküsünün, kişiliğinin bu kavramlara dair düşünme egzersizini tetikleyeceğini düşünüyorum. Ayrıca O'Keefe'in hikayesinin çarpıcılığı da yazmaya değer... Konunun daha iyi anlaşılması, Kenneth O'Keefe’in söylediklerinin komplocu etiketine maruz kalıp yabana atılmaması için, ayrıca da detaycılar için aşağıda videoya dair birkaç bilgi verip, deşifresini paylaşacağım.
Video,
Rusya'nın İngilizce yayın yapan kuruluşu RT'de(Russian Today) 3 Kasım 2014'te
yayınlanan "CrossTalk" programındandır. Kenneth O'Keefe programa,
politik analist olarak konuktur. Şunu da belirtmeden geçmemek gerekir, O'Keefe’in
RT’ye çıkması insanların algısında stratejik bulunup, tarafgir olarak yorumlansa da
konumuz bu değil.
Ayrıca
bir not: Geçtiğimiz Ocak ayında sosyal medyada sıkça paylaşılan video üzerine tweet
atan Yeni Şafak Gazetesine, ABD Büyükelçiliği'nden tepki gelir.
Videonun Deşifresi;
“Mücahitlere terör yatırımı yapan bu sözde savaşın
amacının terörle mücadele ya da dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek olduğu
varsayımını reddediyorum. Ortadoğu politikasının asında ne olduğunu gerçekten
istiyorsanız, Oded Yinon’un “1980’lerde İsrail’in Stratejisi”ni okumanız
gerektiğini savunuyorum. Bu belgelerdekiler şimdiye kadar harfiyen gerçekleşti.
Uzun yıllardır İsrail’in ciddi hedefleri vardı. İsrail’in temel hedefleri,
“Büyük İsrail Projesi doğrultusunda genişlemek ve büyümekti. Bunun için genişlemesini
meşrulaştıracak bir mazerete ihtiyacı vardı. Bunun için de bölgede mezhepçi
nefret ve şiddetin tohumlarını ekmemiz gerekirdi. Bu planın hedefi Irak’tı.
Bunu başardık, hayır Irak bir başarısızlık değil, aslına bakarsak başarıdır.
Irak büyük ölçüde batmış bir devlettir, mutlak suretle bunalımdadır. Mezhepçi
nefret tamamen kontrolden çıkmış durumda. İnsanların başlarının kesildiği, tüm
bu çılgınlığı görüyoruz ve bunun bir felaket olduğunu düşünüyoruz. Hayır, hiç
de değil, hepsi planın parçası. Irak’ı üç ayrı devlete bölme planının bir
parçası. Suriye’ye baktığımızda da amacın yine aynı olduğunu görüyoruz.
Mezhepçi nefretin tohumlarını ek ve ülkeyi umutsuz bir duruma düşür ki, bu da
planlandığı gibi oluyor. Komik gelebilir ama DEAŞ’ın(IŞID) açılımı İsrail Gizli
İstihbarat Servisi (İsrael Secret İntelligence Service) olabilir. Birçok kişi
çevresindeki ülkelerin parçalanmasının, Balkanlaşmasının İsrail Devleti’ne ya
da Sözde İsrail Yahudi Devleti’ne büyük yararları olduğunu fark ediyor. Bu
nedenle size söylenenlere inanıyorsanız, yani herhangi biri Obama, Bush ya da
diğerleri olsun, herhangi Batılı bir liderin ağzından çıkacak sözlere neden
inansınlar bilmiyorum? Tüm bu insanlar gerçek yalancılardan başka bir şey
değil. Söyledikleri her şey gerçeğin tam tersi… Ve onların söyledikleri hiçbir
şeyi doğru kabul etmiyorum. Irak’ı parçalamaya yönelik politikalar ile
Suriye’yi bölmeyi amaçlayanlar arasında kati bir süreklilik var. DEAŞ’in (IŞID)
üzerinde ABD’nin parmak izlerinin olmadığını söylemek saflıktan ötedir. Bana şu
sorunun yanıtını verin; neden DEAŞ(IŞID) olsun, Nusra olsun ya da El Kaide bir
kez olsun İsrail’e saldırmadı? Bırakın saldırmayı DEAŞ(IŞID) militanları Golan
Tepelerinde ve hatta İsrail’de tıbbi tedavi görüyorlar. Sizce bu ne anlama
geliyor? Tam bir süreklilik var. Gerçek politika açısından tasarlanan “Yeni
Amerika Yüzyılı Projesi”ndeki gibi… Şöyle deniyor orada; bu küresel tam
hâkimiyet hedefine ulaşmak için yeni bir Pearl Harbour’a ihtiyaç var. Bu
olmadan ne Amerika ne de dünya milletlerine anlatamazsınız. Biz dünya genelinde
savaşlar açacağız, istila ve işgal yürüteceğiz bunun için; tam hâkimiyet hedefi
için. Denizde, havada, karada, uzayda tam kontrol sağlamak için milyarlar ve
belki de trilyonlar harcayacağız. Amerika halkı bunu kabul etmez. Onlara bunu
anlatamazsınız. Bunun için onlara bir yalan söylemeniz lazım… İşte gün be gün
gördüğümüz, yaşadığımız şey tam da bu. Daima bir öcüye ihtiyaç olduğu
meselesine gelirsek; oysa şimdi Rusya’dasınız. 50 yıldan uzun süre verdiğimiz
Soğuk Savaş daha en başından saçmalıktır. Aslında bir Sovyet işgali tehdidi
hiçbir zaman olmadı. Ama yıllarca nükleer silahlar geliştirmek için çılgınca
para harcadık. Bu gerçek anlamda, tamamen ve topyekûn bir kolektif deliliğe
dönüştü. Bugün yine oturmuş burada Suriye’de açıkça tamamen yok etmeyi
amaçlayan bir politikayla dünyayı tehdit eden Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesinden
bahsediyoruz. Azıcık aklı olan biri, Beşşar Esad’ı devre dışı bıraktığımızda
ortaya çıkan güç boşluğunun en güçlü çıkar odakları tarafından doldurulacağını
bilir. O odaklar kim şu anda? Bizim dostlarımız ve müttefiklerimiz; bizim
yarattığımız Frankensteinlar; buna ister El Kaide deyin, ister El Nusra,
isterseniz de son yarattığınız DEAŞ(IŞID); bu boşluğu bunlar dolduracaklardır.
Aynen Oded Yinon’un 1980’lerde İsrail için öngördüğü stratejideki gibi… Dikkat
çekilmesi gereken bir diğer husus da İslam ile uzaktan yakından ilgili olmayan
Sözde İslam Devleti… Evet, İslam’a yönelik bir savaş var. Dünyada çoğu Müslümanın
idrak ettiği haliyle İslam birini zorla Müslüman yapmayı veya onu öldürmeyi
mutlak anlamda, yüzde yüz yasaklıyor. Bu tamamen asılsız... Ortaçağ’da Müslüman
imparatorluklar döneminde, yönetimdeki Müslümanlar arasındaki kesin anlayış ve
politika; kim hangi dine inanıyorsa dinini yaşamasına izin verilmesiydi ve
hatta Müslüman imparatorluklar vergi vermeye bile zorlanmıyorlardı. Bununla
birlikte insanların kendi dinlerini sürdürmeleri halinde vergi vb. nimetlerden
faydalanmalarının önünde engel yoktu. Uzun lafın kısası hiçbir Müslüman sadece
din değiştirmiyorlar (Müslüman olmuyorlar) diye erkekleri, kadınları ve
çocukları infaz etmeyi meşru görmez. Bu insanlar Müslüman olamaz. Onlar,
Amerika Birleşik Devletlerinin yardakçıları… İsrail, İngiltere ve diğerlerinin
yarattığı canavarlardır. Bu canavarlar, ABD’nin özünü oluşturan asla bitmeyen
savaşlar politikasını ve devam eden cinnet halini meşrulaştırmak için bilinçli
olarak yaratıldılar. İşte tam olarak, bu sebeple ben de ABD
vatandaşlığından çıktım. Bu delilik, dünya için büyük bir tehdit dışında başka
bir şey olarak düşünülemez. Çok açık çözümler var. Bir tanesi, ABD Kongresi ve
Beyaz Saray’daki ABD Anayasası üzerine yemin eden hainler tutuklanmalı.
Amerikalılar kılını bile kıpırdatmadan izlerken, Başkanın, herhangi bir ABD vatandaşının,
herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda gözaltına alınma yetkisi var. Hiçbir
temsil yetkisi olmadan, hukuki süreç gözetmeksizin kimliğini gizleyerek ve
teorik olarak askeri mahkemede gizlice yargılayıp idama mahkûm edilip, infaz
edilebilirler. Tüm bunlar sözüm ona ABD Anayasası çerçevesinde işletilir.
Evvela tüm bu hainler tutuklanmalı. Netanyahu birkaç yıl önce Kongre’ye
geldiğinde korkak, tavşan yürekli 29 hain tarafından ayakta alkışlandı. Yani
Amerikalı yurtseverler ayağa kalkıp, cesaretini toplamalı, eninde sonunda
birlik içinde bu hainlerden kurtulmalı. İkincisi İsrail’in tüm finansmanın
kesilmesi… İsrail Black’in hukuk terimlerine göre kelimenin yasal anlamıyla,
sözlük anlamıyla aktif soykırım politikaları izleyen korsan bir devlet, suçlu bir
devlettir. Bu ülkeyle ilişkiler derhal kesilmeli. Küçük imparatorluğuna, yanlış
spektrumlu tahakkümüne ve bu tarz deliliklerine son ver. Yeniden evindeki
altyapıyla ilgilenmeye başla. Tüm hayatları çalışarak geçen ve kafasının
üstündeki çatıyı koruyabilecek mi diye kaygılanan Amerika vatandaşlarıyla
ilgilenmeye başla. Bunların hepsi çok açık ve mantıklı... Tüm Amerika, mutlak
tehlikelerle dolu devlet olarak dünyanın nefret ettiği ve içerlediği bir yer olmaya
devam ederek tüm dünyaya Üçüncü Dünya savaşını getirebilir. Ciddi bir takım
hükumet değişikliklerine ihtiyacımız var. Bu da hainlerden kurtulmakla olur.”
Şimdi asıl konumuza
dönelim… Gerçek, algı, bilgi, fikir ve propaganda kavramlarına ve hayatımızdaki
etkilerine…
Gerçek
İnsanın dış dünyaya
dair temel bilgisi, sahip olduğu beş duyu yoluyla gerçekleşir. Görme
duyusu temel gerçeklikte kilit rol oynar. Bir şeyi önce gördüğümüz sonra
dokunduğumuz, duyduğumuz için o şeyin varlığını kabul ederiz.
Gerçekliğe giden
yolda, beş duyudur insana yön veren. Bu
nedenle gerçek için; el ile tutulup göz ile görülen, tam anlamıyla var olan,
varlığı hiçbir biçimde yadsınamayan, durum, olgu, nesne olarak var olan şeydir denilir. Yani gerçek somuttur. Yediğimiz sandviçte bir
saç teli varsa bunu önce görürüz, varlığını kabul ederiz sonra elimize alıp
dokunuruz ve kanıtlarız.
Bu çerçevede savaş kavramını değerlendirirsek;
savaşın savaş olması için silahlı eylemlerin olması, bu eylemler sonucunda bazı
yıkımların, ölümlerin olması gerekiyor. Yani savaş eşittir silahlı, bombalı
eylemler ve sonucunda gelen ölümlerdir… Somuttur… Beş duyu ile deneyimlenir.
Algı
Beş duyumuzla aldığımız bilginin yorumlanması, seçilmesi, düzenlenmesi ve anlamlandırılmasıdır.
Yani algı soyuttur. Yine savaş örneğine dönelim… 2011 yılından beri devam eden
ve yüz binlerce insanın ölmesine, yüz binlerce insanın yerini yurdunu terk
etmesine yol açan Suriye’deki savaş, kimine göre cani Esad’ın devrilmesi ve
Suriye’nin özgürleştirilmesi için gerekli bir savaş olarak algılanırken, kimileri
için emperyal devletlerin Büyük Orta Doğu Projesi’nin önemli bir ayağını
oluşturuyor diye de algılanabiliyor.
Duyular
yorumlanırken zihinde, yorumlayanların; kişi, topluluk, ideoloji, resmi devlet
görüşü, tüccarlar, kim ya da kimler, ne ya da neler olursa olsun; onların
geçmiş travmalarından, mutluluklarından gelecek tasavvurundan, insani-siyasal
yaklaşımlardan bağımsız değildir.
Suriye
savaşı üzerine; “100 yıl önce bizim topraklarımızdı oralar” diye düşünen bir
Türkiyeli için duyular geçmişi devreye sokarak yorumlar olayları… Psikiyatr Carl Jung'ın ortak bilinç dediği, kolektif ruhsal hafıza ya da toplumların ortak bilinç havuzu diyebileceğimiz şey devreye giriyor hayatı ve
hayata dair her bir şeyi yorumlarken, algılarken… ABD Başkanı Donald Trump'ın başkanlık kampanyası sürecince söylediği ve kazanmasını sağlayan "make America great again" sloganı beyaz bir Amerikalı'nın hafızasına gönderme yapıyor ve Başkan Trump, içinden çıktığı toplumun algısını yönetiyor. Tıpkı bizdeki liderlerin sık sık konuşmalarında dile getirdiği, 1071'de Türklere Anadolu'nun kapılarını açan Malazgirt Savaşı göndermeleri, millet için Selçuklu'nun, Osmanlı'nın torunu olduklarını dile getirmeleri... Liderlerin, devlet adamlarının, üzerinden asırlar geçmiş zaferleri, söylemlerinde sıkça kullanmalarındaki asıl gaye, şanlı zaferlerle dolu ortak hafızadaki o özgüveni diri tutma, o hafızayı yönetme ve birliği sağlama olarak yorumlanabilir. Algı bir yorumdur... Gerçekliğin yansıması… Yansırken biçim değiştirmesi, dönüşmesi... Hatta algı, 21. yüzyılda bilginin, gerçeğin çarpıtılması desek abartmış olmayız. Hem ülkemizde hem de dünyada bu yoruma dayanak sağlayacak çok fazla yaşanmışlık var maalesef...
Bilgi
İnsan
aklının alabileceği gerçek, olgu ve ilkelerin tümüne verilen isimdir. Yani insanın kendi ve kendi dışındaki somut şeyleri anlama eylemine bilme, bu eylemden çıkan
sonuca da bilgi deniliyor.
Beş
duyumuzla anlarız ve yorumlarız, üzerine deneyimlerimizi de ekleriz böylece
bilgiye ulaşırız. Bilgiye ulaşmada
dışarıdan enformasyon akışı vardır ve bilgi kanıtlanabilirdir. Bilgi türüne göre
soyut ve somuttur. Bilgi ile algı arasındaki en büyük fark; algıya duyguların,
dünya görüşünün, deneyimlerin sinmesi ve yön vermesidir.
Fikir
Düşüncedir…
Subjektif ve soyuttur. Bilgiye göre dışardan enformasyon akışının fazla
olmadığı kişi tarafından üretilen düşüncedir. Bilgiye göre kanıtlanabilirliği
azdır.
Propaganda
Bir
düşünceyi, bir ideolojiyi, inancı insanlara tanıtmak, anlatmak, yaymak,
benimsetmek adına yapılan görsel, yazılı sözlü eylemlerin bütünüdür.
Latincede propaganda "yayılacak şeyler" manasına
geliyor. Tarihine ve gelişim sürecine baktığımızda; Avrupa Otuz Yıl
Savaşlarını (1618-1648) yaşarken, 22
Haziran 1622 yılında Papa XV. Gregory, kiliseyi yeniden düzenlemek, iktidarını
güçlendirmek adına Hristiyan olmayan ülkelere misyonerler göndermek, oradaki
ülkeleri “katolikleştirmek” için İnancı Yayma Meclisi (Congregatio de Propaganda Fide) kurar. Çünkü zamanın ruhu bunun
silah zoruyla, savaşla olamayacağını zorunlu kılıyordur. İnancı Yayma Meclisi,
Roma Katolik Kilisesi’nin resmi bir organı olur ve kilisenin din anlayışını
pekiştirmek, imanını "Yeni "dünyaya" yaymakla görevlendirilir. Propaganda Kurumu,
çalışmalarında “Amerika’daki puta
tapanlar” ve “Avrupa’daki Protestan
halklar” üzerine yoğunlaşır. Roma Katolik Kilisesi, propaganda yöntemleri
konusunu kiliselerin inisiyatifine bırakır. Çıkış noktası Roma Katolik
Kilisesine, din kurumuna hizmet temelli olduğu için bugün bile propagandanın
halklar üzerinde –misal dönemin Protestanları için- negatif algısı vardır.
Propaganda, Birinci
Dünya Savaşı’nda devletlerin güç mücadelesinde önemli bir silah haline
gelir. Yarattığı algı daha çok “yalan,
aldatmaca” gibi kelimelerle ilişkilidir. Günümüzde psikolojik savaş metodu
denilen yöntemleri içeriyordur. Yeri gelmişken, İkinci Dünya Savaşı’nın
başlamasına yol açan politikaların uygulayıcısı, 20. yüzyılın en tanınmış
diktatörü olan Adolf Hitler’in Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı üzerine
değinmeden geçmemek lazım. Bakanlığını Joseph Goebbels’in yaptığı Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı, Hitler’in güçlenmesinde
çok önemli rol oynar… Goebbels, “tek
halk, tek imparatorluk, tek lider” sloganıyla halka, Hitler’i ve savunduğu
dünya görüşünü ilmek ilmek işler. Propaganda kelimesi uzun yıllar çirkin bir
şey olarak algılanır. Hatta siyaset bilimciler kelimeyi tanımlamakta ve anlamlandırmakta
güçlük çekerler. Yani propaganda kelimesi,
tarihinden ve tarihindeki yaşanan acı olayların bıraktığı kolektif duygudan
arınmakta zorlanır. “Algı” ile mücadele etmek zorunda kalır.
Propaganda yönteminin en önemli ayaklarından biri de
pragmatizm(faydacılık), sonuçculuk, niceliksel düşünme ve algılama biçimidir. Özellikle
sonuçculuk ve niceliksel düşünme biçimi, tüketim odaklı toplumların düşünme ve
yaşama biçimidir diye de değerlendirebilir. Bu arada sonuçculuk ve niceliksel
düşünme başka bir yazının konusu olacak kadar önemsediğim bir konu…
“Gerçek,
algı, bilgi, fikir ve propaganda” kavramlarını açıkladıktan sonra sorularımızı
daha rahat soralım istiyorum. Amacım da
zaten soru sormak, sorgulamak…
Şimdi yukarıdaki konuya dönersek; Kenneth O'Keefe’in söyledikleri gerçek midir, algı mıdır, bilgi midir, kişisel bir fikir midir yoksa Amerikan karşıtlığı propagandasının bir parçası mıdır? Nereden bileceğiz?
Kenneth O'Keefe'in; "DEAŞ’in (IŞID) üzerinde ABD’nin parmak izlerinin olmadığını söylemek saflıktan ötedir" sözleriyle, ABD'nin 45'inci Başkanı Donald Trump’ın, başkanlık kampanyası süresince ve başkan olunca; DEAS’ın, ABD'nin 44'üncü Başkanı Barack Obama tarafından kurulduğuna dair söyledikleri arasında pek bir fark yok. Fakat birini Amerika karşıtı eski bir ABD vatandaşı söylerken, birini şuan ki ABD Başkanı söylüyor... Soralım... Bu “iddia”ların arka planında somut bilgiler var mı yoksa bu Başkan Trump’ın şahsi fikri mi? Nasıl kanıtlayacağız? Sözün bittiği yerde miyiz? Reelpolitik denen şey uğruna sözleri anlamsızlaştıracak mıyız? Neye, kime güveneceğiz? Reelpolitik denen şey ahlaki mi? Ya insani değerler, ilkeler!
Siyasetçiler içinden çıktıkları toplumu yönetmek adına yola çıkarken ve o yolda yürürken söylemleriyle, politikalarıyla kendileri de toplumlar da değişir, dönüşür. Kimi zaman buna bilinçli toplumsal mühendislik çalışmalar, kimi zaman da zamanın ruhu yön verir. Kazanç odaklı yaklaşımlar kısa vadede somut fayda sağlasa da siyasetçiye, uzun vadede kaybedilen insani, ahlaki değerler çok zarar verir hem siyasetçiye hem de yönettiği topluma, dünyaya...
Son yıllarda dünyanın haline baktığımızda insanlık; bir yandan dünyamız, güneş sistemimiz, evren, biz nasıl var olduk; evrende bizden başka akıllı varlıklar var mı sorusunun cevabı için milyar dolarlık bütçeler harcarken, bilim insanları Satürn'ün uydusu Enceladus'da canlı yaşamının var olduğunu açıklarken, bir yandan da kendi ürettikleri kimyasal bombalarla birbirini öldürüyor. Ve biz acı içinde bu yaman çelişkiyi deneyimliyoruz...
Bütün bunları, dünyayı yöneten güç odakları(The Dünya), politikacılar algılar üzerinden sistemi dizayn ederler deyip geçmeli miyiz? Hayır! Başka bir politika üretme biçimi, başka bir "söz" gerekiyor artık... Politikacılar faydacılık uğruna insanlık değerlerini harcamamalı, "kazan kazan" politikası artık insani değerleri baz almalı... Siyasetçilerin, devlet adamlarının söyledikleri "ciddiye alınmalı..." Gerçek ve gerçek dışı bilginin ulaşma ve yayılma hızının arttığı bu teknoloji çağında resmi söylemlerin gerçekliğini ölçebilecek bir tartı yok artık... Resmi söylem propaganda kelimesinin kaderini yaşıyor... Aldatma kelimesiyle anlam yarışında...
Sınırların kalktığı, kültürlerin iç içe geçtiği 21. yüzyılda, dünya liderlerinin söylemlerine şöyle bir baktığımızda; hepsi farklı dilde aynı şeyi söylüyor... Savaş dilini kullanıyorlar... Hepsi popülizmin esiri oluyor... Dünya, politikacıların kimlikçi, tek tipçi, insanlığı parçalara ayıran dilinden, geçmişte çok acılar çekti... Ve daha fazlasını kaldıramayacak... Soğuk savaşın yetiştirdiği kuşağın yönettiği dünyayı, 21. yüzyılın yetiştirdiği kuşak anlamıyor, anlamayacak... Umut var... 21. yüzyılın gençlerinin gerçeklerin çarpıtılmadığı, sözün hakkının teslim edildiği, insani değerleri, ilkeleri öncelikleyen daha iyi bir dünya inşa edeceklerine inanıyorum.
Bilgi: Görsel internetten alıntıdır
Şimdi yukarıdaki konuya dönersek; Kenneth O'Keefe’in söyledikleri gerçek midir, algı mıdır, bilgi midir, kişisel bir fikir midir yoksa Amerikan karşıtlığı propagandasının bir parçası mıdır? Nereden bileceğiz?
Kenneth O'Keefe'in; "DEAŞ’in (IŞID) üzerinde ABD’nin parmak izlerinin olmadığını söylemek saflıktan ötedir" sözleriyle, ABD'nin 45'inci Başkanı Donald Trump’ın, başkanlık kampanyası süresince ve başkan olunca; DEAS’ın, ABD'nin 44'üncü Başkanı Barack Obama tarafından kurulduğuna dair söyledikleri arasında pek bir fark yok. Fakat birini Amerika karşıtı eski bir ABD vatandaşı söylerken, birini şuan ki ABD Başkanı söylüyor... Soralım... Bu “iddia”ların arka planında somut bilgiler var mı yoksa bu Başkan Trump’ın şahsi fikri mi? Nasıl kanıtlayacağız? Sözün bittiği yerde miyiz? Reelpolitik denen şey uğruna sözleri anlamsızlaştıracak mıyız? Neye, kime güveneceğiz? Reelpolitik denen şey ahlaki mi? Ya insani değerler, ilkeler!
Siyasetçiler içinden çıktıkları toplumu yönetmek adına yola çıkarken ve o yolda yürürken söylemleriyle, politikalarıyla kendileri de toplumlar da değişir, dönüşür. Kimi zaman buna bilinçli toplumsal mühendislik çalışmalar, kimi zaman da zamanın ruhu yön verir. Kazanç odaklı yaklaşımlar kısa vadede somut fayda sağlasa da siyasetçiye, uzun vadede kaybedilen insani, ahlaki değerler çok zarar verir hem siyasetçiye hem de yönettiği topluma, dünyaya...
Son yıllarda dünyanın haline baktığımızda insanlık; bir yandan dünyamız, güneş sistemimiz, evren, biz nasıl var olduk; evrende bizden başka akıllı varlıklar var mı sorusunun cevabı için milyar dolarlık bütçeler harcarken, bilim insanları Satürn'ün uydusu Enceladus'da canlı yaşamının var olduğunu açıklarken, bir yandan da kendi ürettikleri kimyasal bombalarla birbirini öldürüyor. Ve biz acı içinde bu yaman çelişkiyi deneyimliyoruz...
Bütün bunları, dünyayı yöneten güç odakları(The Dünya), politikacılar algılar üzerinden sistemi dizayn ederler deyip geçmeli miyiz? Hayır! Başka bir politika üretme biçimi, başka bir "söz" gerekiyor artık... Politikacılar faydacılık uğruna insanlık değerlerini harcamamalı, "kazan kazan" politikası artık insani değerleri baz almalı... Siyasetçilerin, devlet adamlarının söyledikleri "ciddiye alınmalı..." Gerçek ve gerçek dışı bilginin ulaşma ve yayılma hızının arttığı bu teknoloji çağında resmi söylemlerin gerçekliğini ölçebilecek bir tartı yok artık... Resmi söylem propaganda kelimesinin kaderini yaşıyor... Aldatma kelimesiyle anlam yarışında...
Sınırların kalktığı, kültürlerin iç içe geçtiği 21. yüzyılda, dünya liderlerinin söylemlerine şöyle bir baktığımızda; hepsi farklı dilde aynı şeyi söylüyor... Savaş dilini kullanıyorlar... Hepsi popülizmin esiri oluyor... Dünya, politikacıların kimlikçi, tek tipçi, insanlığı parçalara ayıran dilinden, geçmişte çok acılar çekti... Ve daha fazlasını kaldıramayacak... Soğuk savaşın yetiştirdiği kuşağın yönettiği dünyayı, 21. yüzyılın yetiştirdiği kuşak anlamıyor, anlamayacak... Umut var... 21. yüzyılın gençlerinin gerçeklerin çarpıtılmadığı, sözün hakkının teslim edildiği, insani değerleri, ilkeleri öncelikleyen daha iyi bir dünya inşa edeceklerine inanıyorum.
Bilgi: Görsel internetten alıntıdır
Tarih, Uzun soluklu düşmanlıklar ve uzun soluklu dostluklar kurdurmuyor. Muasır Medeniyetler masasında Propaganda halısının üzerinden geçerek gelenleri ancak ve ancak "MİLLİ DURUŞ" ile seslerini kısabiliriz.
YanıtlaSilTolga OBALI
Yorumunuz için teşekkür ederim Tolga bey... Dünyanın seyrinin bildiğimizden başka bir yöne doğru gittiğini düşünüyorum. Yeni dünyayı alışkanlıklarımızla okuyamayacağız gibi...
Sil