7 Temmuz 2018 Cumartesi

Tamlık


alacakaranlık...
siyahla beyaz dansta...
arafta bir yerde,
yüzünü görüyorum nehre düşen yakamozdan,
filinta,
yüksüz, 
fidan gibi incecik,
alnındaki zülfü
kaşı altındaki yosun yeşili gözleri çarpıyor gözüme,
ve o an dünyanın ekseni kayıyor,
zaman uzuyor,
zaman kısalıyor,
nuru vuruyor üzerime...
gözlerimi kısıyorum,
halesi sarıyor çevremi,
buralardan değil eminim,
öteki dünyalardan...
yıldızların çocuğu olsa gerek.
... ... ...

bir titreme vuruyor gövdeme,
bir çöl sıcağı yakıyor içimi,
şakaklarımda hissediyorum kalbimi,
kalbimde hissediyorum midemi,
yıkılıyor sırtımda taşıdığım dağlar bir bir,
eriyor buzullar kuzeyde,
arka bahçemde harap çiçekler açıyor,
avludaki taş parçalanıyor,
çatlıyor nar,
yıkılıyor neon tanrıların tahtı 
ağzımda bir haziran kirazı tadı,
alzaymır vuruyor beynimdeki bit yeniklerine,
rutubeti dağılıyor kuytu kuyularımın,
alıp götürüyor küf tutmuş acılarımı,
zemheride rehin kalmış yüreğim ısınıyor,
ne elinde hançerini sallayan bir geçmiş,
ne de kaygı yüklü bir gelecek var önümde,
günaydınlı sabahlara aralanıyor artık kapılarım...
... ... ...

açılıyor kutsal kitabın ilk sayfası,
 yeniden yazılıyor tarih...
anti resmi,
anti bürokratik,
tabiatın dilinden, tabiatın kalemiyle.
gök kubbe şahit...
... ... ...

içimde bir yolculuk başlıyor,
yürekli ve cengaver,
erdemli ve soylu,
hür,
çırılçıplak,
saydam...
el sallıyorum karabasanlarıma
el sallıyorum taahhütsüz dileklerime
kucaklıyorum yitik çucukluğumu
 bağışlıyor beni umut...
... ... ...

ellerin ellerimde,
gözlerin göğüs kafesimde,
bir ses fısıldıyor sessizliğin sesinde...
"yüreğimden gir içeri! "
giriyorum,
yanaşıp dokunuyorum,
dünyalar arasındaki bütün yarıklar kapanıyor,
gözlerimden billur şelaleler akıyor,
yanaklarımda kanatlar beliriyor,
yanaklarım yedi rengin kardeşliğine ev sahipliği yapıyor...
turna oluyorum,
havalanıp uçuyorum,
açıyorum kanatlarımı sonsuzluğa...
mavideyim,
yaradan'a çok yakın,
biçilen ömre çok uzak...
uzatsam elimi değeceğim, biliyorum,
ervah-ı ezeldeyim,
ikrara hacet yok.
tam oluyorum...




13 Nisan 2018 Cuma

Şeyh mi uçar, mürit mi uçurur?



Netflix'in yeni belgeseli "Wild Wild Country", günümüzde Beyaz Türklerin, orta sınıf üstü kesimin baş öğretmeni, spiritüel rehberi olan Osho'nun önce Hindistan'da, sonrada Amerika'da kurduğu imparatorluğu anlatan çarpıcı, izlenesi bir belgesel dizisi... Yazının başında hemen belirteyim, bu  bir belgesel tanıtımı yazısı değildir. Bu yazıyla günümüzde de çok popüler olan Osho, din, inanç, müritlik üzerine gözlemlerimi ve düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Öncelikle kısaca Osho'yu tanıyalım...

Osho kimdir?

Osho, 11 Aralık 1931'de Chandra Mohan Jain adıyla Hindistan'ın Madhya Pradesh eyaletinde hayata gözlerini açar. 7 yaşına kadar büyükannesi ve dedesi tarafından özgürlükçü bir şekilde yetiştirilir. Onları kaybedince ebeveynlerinin yanına Kuchwada'ya döner. Üniversitede felsefe okur. 22 yaşında üniversite öğrencisiyken, 21 Mart 1953 tarihinde Jabalpur'da Bhanvartal bahçelerinde yaptığı bir meditasyon sonunda aydınlandığını hisseder. Ardından Sagar Üniversitesinde felsefe bölümünde yüksek lisans eğitimini tamamlar. Bir süre Sanskrit Kolejinde okutmanlık yapar. Öğrencilerin ahlakını bozduğu gerekçisiyle kolejden uzaklaştırılır. Sonra Jabalpur Üniversitesinde felsefe dersleri verir. Bu dönemde Öğretmen(Acharya) Rajineesh adıyla bilinir. Hindistan'ı dolaşır... Gezilerinde Gandi'yi, temsil ettiği dünya görüşünü, fakirliği eleştiren konuşmalar yapar.  Konuşmaları; fakirliğe övgünün mazoşizim olduğu, Hindistan'ı geliştirecek şeyin kapitalizm, bilim, teknoloji ve doğum kontrolü olduğu gibi konular üzerine kuruludur. 1960'lardan sonra Osho artık bir gurudur ve müritleri vardır. Cinsellik konusundaki görüşleri nedeniyle Hindistan'da "sex gurusu" olarak algılanır. 1970'de Bombay'a taşınır... Bir süre sonra şöhreti dünyaya yayılır. Mahareşte eyaletindeki, Marati dilinde "erdemler şehri" anlamına gelen Pune'de, çeşitli meditasyon tekniklerinin uygulandığı, ruhsal yolculuklara çıkılan şifahane gibi işlev gören bir merkez kurar. Batılılar akın eder ve Osho'nun hitap ettiği kitle hem kültürel olarak hem de sosyo-ekonomik olarak değişir. O artık A plus bir kitlenin Gurusudur... Zengin yaşama övgüler dizen görüşleri, kucağına düşen zenginleri iyi hissettirir. Bu merkez, günde 30 bin ziyaretçiye hizmet verecek bir noktaya gelir. Batı materyalizmin esiri olmuş, bu esaretten bunalan, çoğunlukla Avrupa ve Amerika kökenli yüksek eğitimli müritler, Osho'nun öğretileri ve teknikleriyle ruhlarında açılan çatlaklara derman ararlar.

Osho'nun 59 yıllık ömür yolculuğundaki değişimiyle birlikte ismi de değişimler geçirerek yolculuğuna eşlik edecektir.

Wild Wild Country...

Hint kökenli Shalee(Şila), Hindistan'da babası kanalıyla Osho ile tanışır. Ona aşık olur... Yolunu yolu, fikrini fikri, zikrini zikri yapar. Sonra Özel sekreteri ve kurduğu vakfın başkanı olan Shelaa, Osho'nun Amerika'ya taşınmasına aracılık edecektir. 

Oregon eyaletindeki Antelope ortalama 40 kişinin yaşadığı, kuş uçmaz, kervan geçmez ıssız bir kasabadır. Shelaa, kasabanın çok yakınında bir şehir kurulacak kadar büyük bir araziyi satın alır ve orada bir çiftlik inşa eder. İnsanlar akın akın buraya gelmeye başlar. Tek tip kırmızı giysileriyle, boyunlarında Osho madalyonu olan insanlar artık her yerdedir... Antelope sakinlerinin huzuru  çoktan kaçmıştır.


Amerika ile birlikte Osho'nun isimi de değişir ve Bhagwan Shree Rajneesh olur. Bhagwan, Shelaa'nın kurduğu çiftliğe gelir, tahtını kurar. Zamanla çiftliğin nüfusu 10 bini bulur. Çiftliğin adı değişir ve "Rajneeshpuram" adında bir şehir olur. Kendilerine Sannyasin(Sanskritçe; mürit, aydınlanma yolundaki kişi) denilen müritler, kendi belediyesini, polis teşkilatını, okullarını, kamu kurumlarını kurarlar. 


Amerika'nın 51. eyaleti olarak Rajneeshpuram eyaletinin hayali başlar... Seçimlerde çoğunluğu elde etmek isteyen Sannyasinler, seçim günü varlıklarına muhalefet edenleri sabote etmek için gıda zehirlemesinden tutun da bombalama eylemelerine kadar binbir türlü dalavere çevirirler, suça bulaşırlar. Olayların merkezinde ise özel sekreter Shelaa ve birkaç destekçisi vardır. 


93 adet Rolls Royce marka araba, özel jetler sahibi Bhagwan, lükse şatafata düşkündür. Hollywood'da hatırı sayılır, zengin müritleri vardır. Gün gelir, Shelaa'nın iktidarı sarsılır... Bhagwan, God Father filminin yapımcısının eşini, Shelaa'ya tercih eder. Bhagwan adına kararlar alıp, çiftliği bir şehre dönüştüren gölge lider Shelaa, sarsılan iktidarının ardından bir gece Almanya'ya kaçar ve ardından olaylar FBI ve CIA'in de işin içine girmesine ve Bhagwan'nın hapse girmesine kadar ilerler. Bu olaylar zinciri ABD hükumetiyle anlaşan Bhagwan'ın, Hindistan'a dönmesine mal olur. Bhagwan, bu sefer Hindistan'da  Osho adını alır. Yazı, belgesele dair spoiler içermez, merak uyandırma amacını taşır notunu da düşerek devam edelim.

Wild Wild Country belgeseli, Osha'dan ziyade özel sekreter Shelaa, dönemin belediye başkanı ve iki müridiyle yapılan röportajlar ve dönemin gerçek kayıtları üzerinden ilerliyor. Belgeseli izlerken ülkemizde yaşanan FETÖ olayı akıllara geliyor. Devasa çiftlikte yaşayan bir guru, ona ve felsefesine kendini adayan müritleri, inanç temelli kurulan bir finans imparatorluğu, olay yeri olan Amerika, Amerika ile Osho komüni arasındaki güç kavgası- paralel devlet yapılanması vesaire vesaire... Elbette Fethullahçı Terör Örgütü meselesinde Türkiye'ye karşı iki yüzlü bir politika yürüten Amerika'nın, geçmişte Osho ve Sannyasinlere karşı, daha doğrusu kendi paralel devlet yapılanmasına karşı yürüttüğü mücadeleyi seyrederken, bir Türk vatandaşı olarak haksızlığa uğramışlık duygusu gelip ümüğünüze oturuyor. FETÖ ile Oshocular inançlar, eylemler, söylemsel içerik bakımından farklı olsalar da metodolojik olarak aynı yöntemi uyguluyorlar, dünyada yeni bir inanç sistemi kurmayı, devleti ele geçirmeyi hedefliyorlar. 


İnsanlar neden mürit olur?

Osho'nun komününe ya da başka inanç temelli gruplara katılan, bu guruplar için hayatını adayan insanlara baktığımızda "müritlik psikolojisi" dikkatimizi çekmektedir. Bu bağlamda öncelikle din konusuna kısaca değinmek gerekiyor; din, inanç insan doğasının temel ihtiyaçlarından biridir. Din, hem önemli bir tarihsel-kültürel miras olarak hemde toplumsal veya bireysel davranış normlarının en  belirleyici faktörü olarak insanlık tarihi kadar eski kurumsal bir yapıdır. Din, Allah'ın varlığını, evreni, dünyayı, insanı, canlılığı yorumlama, anlamlandırma biçimidir. "Ben kimim", "neden dünyadayım", "varlığımın anlamı ve gayesi nedir", "ölümden sonra bana ne olacak" gibi varoluşsal sorulara rasyonel ve makul cevaplar verir. Yaşam ve ölüm, dünya ve ahiret arasında denge kurmaya yönelik bildirimler sağlar. İyi-kötü ayrımı yaparak, ahlak kurallarıyla insana kişilik katar. Din bir kılavuzdur. Aynı zamanda din, toplumsal yaşamı nizama sokan bir kurallar silsilesidir.  

Din, canlıların oluşturduğu yaşamdan da bağımsız değildir. Dünya üzerinde gösterdiği çeşitlilikten anlaşıldığı üzere ihtiyaçlara göre yorumlanış biçimi tarihsel süreç içerisinde değişlik göstermiştir.  Bu nedenle din dinamik bir olgudur. Din anlayışındaki farklılaşmaların kurumsallaşması sonucu ortaya çıkan mezhepler, cemaatler, gruplar, çeşitli öğretiler insani oluşumlardır. Şimdi yukarıdaki soruyu tekrar soralım; insan neden mürit olur? Osho'nun Sannyasinleri neden, ne için kendini Osho'ya ve öğretilerine adamışlardır? Elbette, örnekleri Osho dışında da çoğaltabiliriz.

İnsan yalnız bir varlık değildir, kendi dışında ötekileriyle, çevresiyle varlık kazanır. Bu nedenle gruplar halinde yaşamını idame ettirir. Din, ya da  inanç manevi temel bir ihtiyaç olduğu için de insanlar ihtiyaç duyduğu bilgiyi, anlamı çeşitli kaynaklardan sağlamayı hedefler. Dünya genelinde son yıllarda mevcut yaygın dinler dışında farklı öğretilere özellikle de doğu mistisizmine olan ilgide ciddi bir artış gözlemleniyor. Kişisel gelişim alanı içinde piyasaya sunulan spiritüel öğretilere dair kitaplar, mutlu olmanın, başarılı olmanın sırları gibi hap bilgilerle reçete sunan çeşitli yayınlar, fazlasıyla talep görüyor. Değişen ve artan kitle iletişim araçlarının da etkisiyle bilginin yayılma ivmesi yükseliyor. Çağın koşulları ne olursa olsun insan, Yaradan'a, kendine, yaşadığı hayata anlam verme arayışı içine giriyor. Kısaca mevcut din,  ihtiyaca cevap veremediğinde boşluğu dolduracak, boşluğa anlam katacak başka bir inanç ikame ediliyor. Maalesef dünya genelinde siyaset kurumu, din kurumunu kendi iktidarını pekiştirmek gayesiyle çok örseliyor. Örselenen din kurumu insanlara hitap edemediği durumlarda, insanlar için  başka arayışlara kapı açıyor. Osho'nun öğretileri, kadın-erkek eşitliliği,  özgür cinsellik, zenginliğe övgü, fakirliği, çilekeşliği lanetleme, doğayla iç içe yaşam gibi "otorite", "gelenek" sarsıcı konularda insanlara fikir ve belli bir hayat modeli sunduğu için talep görebiliyor. Fikirleri ataerkil düzene adeta başkaldırıyor. Sonuç olarak insanlar ihtiyacı olana, kalbine, aklına hitap eden fikre yöneliyor. Bu yönelme öyle bir noktaya geliyor ki: sorgu sual istemiyor, kitleselleşiyor. Guru, şeyh, hoca ne dersek diyelim, bir süre sonra iktidar şehveti her şeyi ele geçiriyor. Merdiven altı diyebileceğimiz öğretiler kurumsallaşıyor, kurumsallaşan öğreti güç ve parayı yönetme iddiasını güçlendirirken, ilk çıkış noktasını yani manevi tatmin hizmetini gücün içinde eritiyor. Bu sefer guru, şeyh, hoca diye adlandırılan yönetim mekanizması, iktidarının devamı için kitlesel gücünden destek alarak her şeyi yapmayı hak görüyor. Tabi burada müritte güçten pay alıyor. Bu finansal bir kazanım da olabiliyor, toplumsal prestijde olabiliyor. Alma-verme dengesi içinde ilişkiler pragmatik bir zeminde yürütülüyor... Şeyhte uçuyor, müritte... Ta ki hegemon iktidarı tehdit edene kadar... Bu çerçevede şunu da belirtmek gerekir ki; müritlik potansiyeli her bir insan için geçerli değil. Zannımca  müritlik potansiyeli daha çok bireysel özgüven ile ilişkili...  Özgüveni, özsaygısı yüksek insanların mürit olma potansiyeli daha düşük... Yani özgüven potansiyeline göre kimi Guru, kimi mürit olabiliyor. Sanırım aradaki fark Gurunun özgüveni müride oranla çok yüksek.


Bilgi; görseller internetten alınmıştır.


28 Mart 2018 Çarşamba

Sözün ölümü



bronz kapılar kapandı.
söz ruhtan ayrıldı.
uzayda asılı kaldı.
ağırlaştı, ağırlaştı...
yere çakıldı.
lime lime ayrıldı.
kül oldu.

deniz kurudu.

kuyu kurudu.
güneş, ay karardı.
bulut soldu.
dağ yarıldı.
son yaprak toprağa düştü.
son bebek ölü doğdu.
 renk kefensiz mevtaydı artık,
gri hükümran...
çöle döndü yeryüzü...





7 Mart 2018 Çarşamba

Suyun sesi(The shape of water) Oscar'ı hak etti mi?

90'ıncı Oscar Ödül Töreni ile 2018 yılının Oscarları 5 Mart gecesi sahiplerini buldu.  Gecenin galibi, En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Prodüksiyon Tasarımı ve En İyi Film Müziği ödüllerini kazanan "Suyun Sesi" (The Shape of Water) oldu. Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro kariyerine 4 Oscar daha ekledi. Filmi Oscar öncesi izlememiştim. Ödüllenince  merakla izledim. Filmin başrollerinde, Sally Hawkins (Eliza Esposito), Doug Jones (Varlık) Michael Shannon (Strickland), Octavia Spencer (Zelda) ve Michael Stuhlbarg (Dr. Robert Hossstetler) yer alıyor. Eliza, dilsiz yalnız bir kadındır... Kendisi gibi yalnız, resim yaparak yaşamını kazanan Giles (Richard Jenkins) Eliza'nın iletişim kurduğu tek komşusudur. Askerlerin komutasında olan bir laboratuvarda temizlikçi olarak çalışır. Mesai arkadaşı temizlikçi siyahi Zelda, laboratuvarda Eliza'yı koruyup kollar. Bu laboratuvara bir gün ne insana, ne de hayvana benzeyen suda yaşayan garip varlık getirilir. Varlık'ın üzerinde çeşitli deneyler yapılacaktır. Eliza, Varlık ile iletişme geçer ve aralarında büyük bir aşk vuku bulur. 
1960'ların Soğuk Savaş atmosferinde geçen film, fantastik olmasının yanısıra romantik bir aşk hikayesinin beyaz perdeye yansımasıdır. Filmin kahramanları; toplum tarafından öteki olarak görülen dilsiz, gösterişsiz, kimsesiz bir kadın; kimsesiz bir homoseksüel, siyahi bir temizlikçi, garip bir su varlığı, kötü yürekli patron ve meslek aşkı olan bir biliminsanından oluşuyor. Filmde sinema endüstrisinin dayattığı güzellik anlayışının dışında olan  Sally Hawkins'in oyunculuğu alkışı hak ediyor. Film, Japon araştırmacı Masaru Emoto'nun yaptığı deneylerle söz ve müzik aktarımlarının suyun moleküler yapısının değiştirdiğini kanıtladığı meşhur su deneyini akla getiriyor. Ayrıca suda yaşayan varlığın, kel olan  Giles'in başına dokunmasıyla saç çıkartması, Eliza'ya yaşam vermesi gibi sahneler, Anadolu'da da kadim bir şifa yöntemi olarak yüzyıllardır uygulanan "okunmuş su" metodunu da yine akla getiriyor. Erk odaklarının yok etmek istediği Varlık, bir nevi insanlığın yaralarına derman olacak niteliklere sahip bir şifacı olarak anlatılıyor. Film, matematikçi, filozof ve  Eski Yunan'ın yedi bilgesinden biri olan Miletli Thales'in her şeyin kaynağının su olduğunu söylediği su teorisine de gönderme yapıyor. Film, Guillermo del Toro'nun sinematografisinde başyapıt olan "Pan'ın Labirenti" gibi derin ve etkileyici olmasa da akıcı üslubuyla kendisini izletiyor. Oscar'dan En İyi Film, En İyi Yönetmen dalında ödül alacak kadar mı dersek, değil... Bu noktada film, klasik bir Hollywood hikayesi olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak bu yılki En İyi Film Oscarı da geçen yıl ki Moonlight filmi gibi beklentilerin altında... Fakat filmin müzikleri hem film ile sağladığı harmoni bakımından hem de ruha dokunması nedeniyle Oscar'ı hak etmiş diyebilirim...
Özetle
Yapım Yılı: 2017
Yönetmen: Guillermo del Toro
Süresi: 2 Saat
Senaryo: Guillermo del Toro ve Vanessa Taylor
İMDB: 7,6
Benim Puanım: 7,5
Filmden Replikler
Patron Strickland: Zelda D. Fuller... Kardeşin yok mu senin?
Zelda: Hayır efendim.
Patron Strickland: İnsanlar için pek alışıldık bir şey değil...
Zelda: Annem ben doğduktan sonra ölmüş...
Patron Strickland: Bu D ne anlama geliyor?
Zelda: Delilah efendim. İncil'den...
Patron Strickland: Delilah! Samson'a ihanet etti. Onu ninnilerle uyutup saçını kesti. Filistinlilere işkence ettirip aşağılattı ve gözlerini dağladı.
Zelda: Sanırım annem kitabı yeterince dikkatli okumamış. 
Patron Strickland: Sana gelince... Eliza Esposito... Esposito yetim anlamına mı geliyor?Puthanam'daki Kederli Hanımımızın Yetimhanesi... Onu nehir kıyısındaki suda bulmuşlar... 






Bilgi: Görsel internetten alınmıştır.






21 Şubat 2018 Çarşamba

Bir ad'a yazılan güzelleme


ben senin adına vurgunum...
adın nelere kadir,
adın, nasıl uçsuz bucaksız deryalara sürüyor dümenimi bir bilsen...
her harfinin ayrı bir ahengi var,
her harfi gökkuşağı gibi renk cümbüşü içinde
her harfinden yaşam filizleniyor içime...

ses olup gönlüme düştüğünde,
dilimden döküldüğünde,
göğsümü, midemi, bütün bedenimi,
bir helezon ele geçiriyor sanki,
alıp götürüyor anksiyetelerimi...
bir mutluluk bestesi salıyor içime...
yüzyıllar öncesine, beethoven'a selam duruyor,
öyle coşkulu, öyle taşkın çalıyor ki,
herkes duyuyor sanıp, utanıyorum...

olur olmadık yerlerde bir gülümseme zuhur ediyor yüzümde...
her bir insan yavrusunu adınla çağırasım geliyor...
bir oğlum olsa,
verirdim adını inan ki adına,
yankılansın isterdim adın, andığımda her yerde...

ne ekersen onu biçersin derler ya,
vallahi de billahi de tillahi de...
adını ekiyorum yerküreye...
gözümün alabildiği yer,
çorak topraklar,
betona bulanmış kentler
metruk köyler
akdeniz, karadeniz, ege ve marmara,
fırat, kızılırmak, gediz ve meriç,
kül rengi dağlar,
sarı ovalar,
ve bozkır,
turkuaz rengine dönüyor...
yaşam atlasının şavkı vuruyor göğe,
bir yasemin kokusu eşliğinde...

kuşlar şarkılar, türküler söylüyor adına,
adın çınlıyor koca cihanda...
deniz bir başka mavi, gökyüzü bir başka mavi oluyor,
taa lacisi görünüyor,
adın merhem oluyor yalan dünyanın kahrına...

düşünüyorum da,
başka bir çağda,
başka bir mekanda,
yedi harf bir araya gelse, bu kadar güzel bir harmoni yakalayamazdı herhalde...
yedinin gizemi sinmiş olsa gerek adına,
öyle kadim,
öyle efsanevi,
insanlığın hazinesi, mitleri gizli.
ince ses kalın ses birbirine hiç karışmadan,
öyle mütenasip işte...

adın...
nasıl zamansız,
nasıl faziletli, nasıl munis,
nasıl deli fişek,
nasıl da naif bazen,
nasıl da mağrur çoğu kez...
bin yıllık uykudan uyandıran bir seher misali gibi zülfüyare dokunan...
bin yıllık hasretliği bitiren...

kalbim,
etim,
adınla etim olmaktan çıkan yerim...
düşüncemin gözbebeği,
gamzemdeki yaz güneşi,
vitir vakti bile
adını zikreylerim...
gel ey sevgili!
dağılsın tepemdeki kara bulutlar...
dağılsın uhunetim...
şenlensin evim....

velhasıl,
adının demindeyim epeydir.
aklı selimin gerisinde...
tutundum bir yelkenliye,
gidiyorum peşinden...
böyle bir halet-i ruhuye işte...
hem de roket çağında,
füze çağında,
post truth çağında,
gözler kör, sözcükler körken,
ayrışırken yedi milyar insan tek tek.
yok bu bir spielberg filmi değil,
bilim ve kurgu gerçekliğinde.

leyla ile mecnun dalgasında,
aşk buhrandayken...
ve şiir can çekişirken,
ve sanat, ne insan için ne de toplum içinken,
sanat kimsesizken,
eşraf mahlukatı yutarken,
havsalasını yitirirken,
kudret yüzüğü efendisinde,
ve taht kurarken desise,
yaşıyoruz sözümona hasbelkader.
gidiyoruz bir bilinmezliğin izinde...
yine de yürek galip geliyor eleme,
tutunuyoruz ihtimalli sevince...
bu bir optimistlik değil,
bu bir fantazya da değil,
mevzuubahis inanç,
mevzuubahis yaşama olan aşk...

netice itibariyle,
öyle kolay değil sevmek,
öyle kolay değil bir ad'a güzellemeler dizmek...
"bir ben vardır bende benden içeri" misali...
kazırken içeriyi,
iyiler kötüler kılıçlarını biledi.
ve devirmeden henüz özbenliği,
öyle kolay değil sevmek...
öyle kolay değil teraziyi dengelemek...
bütün hikmet yedi harfte, 
titreşen yedi seste...

ömrümün hasat mevsiminde,
hayatın pembesinde,
turuncu bir benlik içinde,
acayibim işte...































































19 Şubat 2018 Pazartesi

Mesaj


Fotoğraflar: www.nasa.gov 

Hubbel Uzay Teleskobunun evrene dair çektiği bu görüntüye dikkatlice bir bakalım... Kendimizi bulmaya çalışalım... Burada neredeyiz? Bir toz taneciği eder miyiz, bir toz taneciği kadar yer kaplayabilir miyiz bu evrende? 

                                                                                                                                         
Dünya, evren içinde milyonlarca gezegenden bir tanesi bizim olan evimiz... Gözümüz gibi bakmak, el sütünde tutmamız gereken yuvamız... Evimizin reislerinin söylediğine göre şimdilik akıllı yaşamın  oluğu tek yer... Ama şimdilik... Carl Sagan'ın; "Evren, epey büyük bir yer. Eğer ki sadece biz varsak, bu büyük bir yer israfı olurdu" sözlerini de unutmayarak... Ve yine Carl Sagan'ın; "Her şeyin tek bir türün, bu türün tek bir rengi ya da tek bir cinsiyeti, hatta tek bir dine inananları için yaratıldığını hayal edin. O zaman bu bakış açısının dünyamızı anlama konusundaki yetersizliğini fark etmeye başlarsınız" sözlerini şuurumuza kazıyarak...


Kozmik açıdan bakıldığında her birimiz değerliyiz. Eğer bir insan sizinle aynı fikirde değilse, onu olduğu gibi kabullenin. Yüz milyar galaksi içinde ondan bir tane daha bulamayacaksınız.

Carl Sagan- Kozmoz

Mesaj, Carl Sagan'ın dünyada ilk olarak 1985 yılının Eylül ayında yayınlanan bilim kurgu romanıdır. Türkiye'de ise ilk defa 1987 yılında İnkılap Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Kitabın orijinal adı "Contact'"... Çevirisi "Temas" iken İnkılap Kitabevi "Mesaj" isimini vererek yayınlamayı uygun görmüş. 

Bir kitabı ilk aldığımda hemen içerisine aldığım günün tarihini atarım. Bu uygulama kendi kişisel tarihimin gelişim arşivini tutma şeklidir bir nevi. Yıllar sonra kitabı aldığım tarihe dönüp baktığımda o güne, o dönem ki ruh halime, benliğime eklediklerine bakıp üzerinde düşünürüm. Hatta bazen bazı kitapları hangi kafayla alıp okumuşum diye -belkide kibirle- şaşarım. Carl Sagan'ın Mesaj'ını 21 Ocak 2017 tarihinde büyük bir hevesle, merakla almıştım. Çünkü o dönem Kozmoz adlı belgesel serisini izliyordum. Romana başladım, 20-30 sayfa okuduktan sonra bıraktım. Sonra da kitaplıktaki yerini aldı. Romanın 1997 yılında gösterme giren filmini çok izlemek istememe rağmen önce kitabını okumam gerek dayatması yaptığım için kendime izleyemedim. Neyse... Geçtiğimiz haftalarda romanı elime tekrar aldım ve uykumdan çalarak, iştahla okudum. Romanı bitirdiğimde kitabı aldığım tarihe baktım, 21 Ocak 2017... Bitirdiğim tarih ise 21 Ocak 2018'di... Her şeyde bir mana arama arayışı değildi bu tesadüf, daha çok gelişmeye hazır olmayla ilgiliydi sanırım. Roman beni çok etkiledi... Enfesti... Dimağımı deşeledi desem yeridir.  Ardından hemen filmini izledim. Kitap uyarlaması filmlerin bir çoğunun kitabı paramparça  ettiği örneklere karşın, film birkaç öğe dışında kitaba sadık kalmış. Konumuz film değil elbete, kitap...

"Ellie Venüs'e bakar ve onun Dünya gibi bir yer olduğunu düşünürdü. Her biri bizim burada sahip olduklarımızdan değişik bitkiler, hayvanlar ve insanlarla dolu olan bir dünya... Güneş battıktan hemen sonra kentin dışında karanlık göğe bakar, o hiç titremeyen parlak ışık kaynağını seyrederdi. Güneşin başının üstünde hala aydınlattığı bulutlarla kıyaslanınca yıldızın rengi sarıya kaçardı. Orada neler olup bittiğini hayal etmeye çalışırdı. Parmaklarının ucunda yükselir, gözlerini oradan ayırmazdı. Kimi zaman onu gerçekten görebildiğine inandırırdı kendini: Sanki sis aniden dağılacak ve pırlanta gibi parlayan bir kent kısacık bir an için gözleri önüne serilecekti. Kristal kuleler arasında uçan otomobiller dolaşıyordu. Kimi zaman o arabalardan birinin içine bakıp onlardan birini görebildiğini düşünürdü. Karşı konulamaz derecede çekici bir fikirdi bu: Hemen yanı başında zeki canlılarla dolu tropik bir gezegen."


Ellie, kendisine evrene dair merak tutkusunu aşılayan babasını küçükken kaybeder. Annesi ikinci evliliğini yapar ve bu evlilikle beraber Ellie'nin annesiyle olan çatışması başlar. Ta ki annesi ölüm döşeğindeyken ve babasına yönelik sırrı öğrenene dek...


Parlak bir öğrenci olan Ellie, Harward Üniversitesinde akademik kariyerini yapar. Sonra Porto Riko'nun batısında bir vadide, çapı 305 metre olan bir çanak antene sahip Arecibo Gözlemevi'ne araştırma yardımcısı olarak atanır. Yerel halk gözlemevini "El Radar" diye adlandırılır. Erkek egemen bir yerde yörenin kızlarının radarına bu sefer, gökbilimci Dr. Ellie Arroway takılır. Gezegenin en büyük radyo teleskobu artık Ellie'nin elinin altındadır ve o da gözlerini semaya dikmiştir.... Kendisine hatırı sayılır bir gözlem süresi tanınacaktır ve böylece Ellie evrende başka bir dünyanın izini sürmeye başlar.


D
ünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması Ellie'nin neredeyse hayatı olur. Yıllarca uzaydan bir sinyal alabilmek için çalışır, didinir... Ve o gün gelir, çatar. Dünyadan 26 ışık yılı uzaklıkta olan Vega yıldızından bir sinyal alır... 1, 2, 3, 5, 7,1 1, 13, 17, 19, 23... Gelen sinyal birkaç yüz adet, istikralı bir şekilde gelen asal sayılardan oluşmaktadır. Aynı sinyal dünya üzerindeki 116 radyo teleskobuna düşer, teyit edilir. ABD başkanı, CIA başkanı, üst düzey bürokratlar, bilim insanları gönderilen asal sayıların içerdiği anlamı merak ederler. Bu mesajın gayesi nedir? Bu mesaj olası bir savaş tehdidi mi içermektedir? Şifre çözücü bir diyagramla sayıların gizemi çözülür. Kartalın beton pençeleri arasında gamalı haç görünmüştür... Sahnede Adolf Hitler vardır. "Führer 1936 Olimpiyat Oyunları'nı açarken bütün dünyayı Almanya Anavatanı'nda selamlıyor" diyen bir görüntüdür ortaya çıkan... Kitabı okumak isteyenlerin tadını kaçırmamak adına daha fazla spoiler vermeyeyim diyeceğim ama hikaye asıl bundan sonra başlıyor.

Bilim kurgu kitaplarına ve filmlerine özel bir merakım var fakat bu kitap Carl Sagan'ın hayata, bilime, insana, kadınlara, siyasete bakış açısına da bir ayna tutuyor. Örneğin; Vega Yıldızı ile iletişim kuran bilim insanını ve ABD başkanını  kadın olarak kurguluyor. Roman üzerinden, insanın bilim aracılığıyla Tanrı ile kurduğu rekabet ilişkisine eleştirel bir çerçevede yaklaşıyor. Hikaye olarak sürprizi  olan aynı zamanda felsefi derinliğe sahip bir roman bu... Vega'dan gelen sinyalle birlikte, bu sinyalin de Adolf Hitler'e dair bir görüntüden oluşması sonrası dünyada yer yerinden oynar. Devletler, bilim ve din çevrelerinde bir tartışma ve endişe baş gösterir. Romanın önemli karakterlerinde biri olan Rahip Palmer Joss ile Ellie arasında geçen diyalogda Joos, Ellie'ye şöyle der; "Bilim, bizim için gerçekten ne yapmıştır? Daha mı mutluyuz şimdi? Bilim adamları bulgularını kendilerine saklayıp bizi susturmaya yetecek kadar kırıntılar vermektedirler. Onların yaptıklarını anlamayacak kadar budala sanıyorlar bizleri. Kanıtsız sonuçlar veriyorlar bizlere; spekülasyonlar, kuramlar ve hipotezler değil de kutsal kitaptan sözleşmiş gibi bir takım bulgular sunuyorlar; sıradan insanların yalnızca varsayım diyeceği şeyler... Yeni bir kuramın, yerini almaya çalıştığı inanç kadar insanlar için iyi olup olmadığını sormuyorlar bile. Bildiklerini aşırı değerlendirip bizi küçük görüyorlar. Kendilerinden açıklama istediğimizde de bize bunları anlamamızın yıllar süreceğini söylüyorlar. Bunu iyi bilirim, çünkü dinde anlaması yıllar sürecek şeyler vardır. Bir yaşam boyu uğraşırsın, yine de Yüce Tanrı'nın anlayışına yaklaşamazsın. Onlar yeni bir fikirle karşılaştıklarında 'gerçek'lerini fırlatıp atmaya hazırdırlar. Bundan gururu duyarlar. Bilmenin sonu yok derler. Doğada kesin hiçbir şey olmadığına, zamanın sonuna kadar bizim cahil kalacağımızı hayal ederler. Newton, Aristoteles'i devirdi. Einstein da Newton'u... Yarın biri çıkıp Einstein'i alaşağı edecek. Bir kuramı anlar anlamaz yerine hemen bir başkasını koyuyoruz. Eski fikirlerin deneme aşamasında olduğunu söyleselerdi pek aldırmayacaktım ama Newton'un yer çekimi yasası dediler. Hala da öyle diyorlar. Peki bu bir doğa yasası olsaydı nasıl olur da yanlış olurdu? Nasıl kaldırıp atılabilirdi? Yalnızca Tanrı değiştirebilir doğa yasalarını, bilim adamları değil! Onlar sadece yanıldılar. Albert Einstein haklı ise İsaak Newton amatörün biriydi. Bilim adamlarının her zaman doğruyu bilmediklerini unutmayın. Bizim dinimizi, inançlarımızı elimizden almak ve karşılığında bir şey vermemek istiyorlar." 


Şimdi David Bowie'ye kulak verelim... Mıhlansın kulaklara müzik ve söyledikleri; "Biz asla kontrolümüzü kaybetmedik. Dünyayı satan adamla yüz yüz yüzesin. (We never lost control. You're face to face with the man who sold the world...)"




Ardından John Lenon'dan "imagine" gelsin... Sözler, melodi yine mıhlansın kulaklara... Sanatın anlatım gücüne teslim olarak anlamayı, anlamlandırmayı deneyelim. Belkide hayal etmemiz yeterlidir sadece...

Cennetin olmadığını hayal et...
Denersen bu kolay.
Altımızda cehennem yok!
Üstümüzde yalnızca gökyüzü,
Hayal et bütün insanlar,
Günü yaşıyorlar...
Ülkelerin olmadığını hayal et...
Bunu yapmak zor değil.
Öldürecek ya da uğruna ölünecek bir şey yok
Ve din de yok!
Hayal et bütün insanlar,
Hayatı barış içinde yaşıyorlar.
Sen benim hayalci olduğu söyleyebilirsin,
Fakat ben yalnız değilim.
Bir gün bizimle birleşeceğinizi umuyorum
Ve bütün dünya bir olacak.
Hayal et mülkiyetin olmadığını,
Yapabilir misin merak ediyorum?
Açgözlülüğe ve açlığa ihtiyaç yok!
İnsanlığın kardeşliği,
Hayal et bütün insanlar,
Bütün dünyayı paylaşıyorlar
Ve bütün dünya bir olarak yaşayacak.


Ve üstüne sanat güneşimiz Zeki Müren gelsin, bonusu olsun... 
"Elbet bir gün buluşacağız... Bu böyle yarım kalmayacak...

                                     
4,5 milyar yıldır var olan gezegenimiz ve üzerinde yaşayan kayıtlı 2,5 milyon, tahmini 10 milyon canlı çeşidiyle birlikte sürdürüyoruz hayat yolculuğumuzu... 200 bin yıldır kafamız çalışıyor. Buna sığınıp Yarandan dahil, hem kendi türümüze hem de kendi türümüz dışında öteki gördüğümüz bir çok şeye kibirle yaklaşıp hor davranıyoruz, örseliyoruz. Yaradan dahil diyorum, çünkü gücü elimizde toplamak için Yaradan ile rekabet ediyoruz... Çoğu kez onu menfaatlerimiz için kullanıyoruz. Hayal edelim... Çok değil, yaşam süremiz içinde dünya dışından bir uygarlık ile yüz yüze gelsek... Ne yapardık? Ne yapardınız? İnsanlığın bütün yaşam macerası belkide "neyin peşindesin" sorusunun cevabı üzerine kuruludur... Sanırım neyi, nasıl yaşıyorsak onun peşindeyiz... Hem de "elbet bir gün kavuşacağız" diyerek, bunu bilerek.... 

Carl Sagan'ın Mesaj'ı okunması, anlaşılması gereken önemli bir yapıt. Roman, İnsanlık ailesinin peşinde olduğu cevap arayışlarına bir kapı aralayabilir. 

  

Görsel internetten alınmıştır.