Avalon adındaki bir uzay gemisi, içinde 255 mürettebat ve 5 bin gönüllüden oluşan toplam 5 bin 255 kişiyle dünyadan yola çıkar. Rota, dünyaya 60 ışık yılı mesafedeki Homestead II adlı bir gezegenedir. Yolcululuk süresi ise 120 yıldır. Film, Avolon adındaki uzay gemisinde geçmektedir. Homestead adlı şirket kanalıyla 5 bin gönüllü başka bir gezegende yaşamak için seyahat etmektedir. Yolculuğun 120 yıl sürmesi nedeniyle bütün insanlar uyutulmuş olarak bir kamara içinde yolculuğunu sürdüreceklerdir.
Filmin başrol oyuncuları güzeller güzeli Jennifer Lawrence(Aurora), yakışıklı aktör Chris Pratt(Jim Preston) ve Michael Sheen'dir(Robot Arthur). Filmin sonunda seyirciye bonus olarak sunulan bir de Andy García(Kaptan Norris) vardır. Yolculardan Jim Preston'ın kamarasında bir arıza olur ve 30 yıldır uyuduğu uykusundan uyanır. Oysa Jim'in gidecek daha 90 yıllık yolu vardır. Jim'in yalnızlıkla olan imtihanı başlar. Tek arkadaşı robot barmen Arthur olacaktır. Hem de 5 bin 254 kişi ile birlikte bir uzay gemisi kasabasında... Sıfır iletişimle... Filmde Jim'in yalnızlıkla olan imtihanı, insanı klişe ıssız ada fantezine iter izlerken. Empati içindeyken bulursunuz kendinizi. En azından ben öyle buldum. :)
İnsan hayatta hep bir tamamlanma
arayışı içindedir. Ötekini bulma, ötekiyle bir olma içindedir. Doğarken koparılan
kordon bağı ile başlayan ayrılık ıstırabı, aslında çoğu kez yaşam boyu sürmektedir... Uykuya
yatmış 4 bin 999 gönüllüden birine Jim’in gönlü düşer. Güzeller güzeli bir
kadın olan Aurora’nın
dünyadan yaptığı kaydı izler, onun hakkında fikir edinir. Onu, önünde tam 89 yıllık yolculuğu varken uyandırır. Böylece Adem, Havva'sıyla vuslata erer.
Uzay gemisinin ismi olan Avalon, hikaye ile uyum içinde bir isimdir. Avalon, Britanya mitolojisindeki Camelot kralı olan Kral Arthur efsanesinde adı geçen, elmalarıyla meşhur, egzotik adadır. Ayrıca Kral Arthur savaşta ve barışta ideal kralın simgesidir. Bir nevi Yin ile Yang'ı temsil eder. Tıpkı kadın ile erkek gibi... Yolculuğu organize eden şirketin ve gidilen gezegenin adı olan Homestead ise İngilizce'de "aile yurdu" demektir. Ata yurdu, ana ocağı gibi de çevirebiliriz. Uzay gemisinin tasarımı bir DNA sarmalına benzer. Film, bir erkek, bir dişi iki kişi üzerinden insanı, insanının hayatı kontrol etmesini, zamanı sürekli geleceğe ayarlı yaşamasını, çoğu kez ertelenen, çoğu kez zaman diliminden çıkarılan şimdi'yi, yani kaçırılan şimdiki zamanı sorgulamaktadır. Aurora, elitist, kontrolcü, gelecek kaygısı taşıyan, zaman planlamacısı tipik bir modern bireydir. Jim ise bir yıl, üç haftalık yalnızlık yolculuğundan sonra genel olarak birçoğumuzun yaptığı gibi tutmaya, sıkmayı bayıldığımız zamanı bırakmıştır ellerinin arasından. Çünkü zaman artık sonsuzdur.
Jim'in, Aurora için uzay gemisinin içinde ağaç yetiştirdiği sahnede akıllara takılı kalacak cinstendir. Yasak meyveyi de yemişlerdir zaten... Filmde Jim ile Aurora'nın ele ele uzay gezintileri görsel olarak doyurucu. Filme dair olumsuz eleştiri epey fazla. Bu noktada filme biraz haksızlık edildiğini düşünüyorum. Film, bilim kurgu kategorisinde olmasına rağmen romantik de bir filmdir. Ayrıca filmde insanı düşünmeye iten felsefi yaklaşımlar söz konusu. Avalon gemisinin yolculuları geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmışlardır ve onları geri döndürmeyecek kadar bezdiren bir şey vardır mutlak dünyada... Maksat sadece bir macera değildir. Filmde, bir arıza nedeniyle yapay yer çekiminin yok olduğu anda havuzda yüzen Aurora'nın suyun bir daire oluşturmasıyla, sudan dairede hapsolduğu ve çıkmak için çırpındığı sahne, insanlığın kendi elleriyle yarattığı çaresizliğinin resmi misalidir sanki.
Filme dair bilimsel eleştirilere ve bilgilere ihtiyaç duyanlara için bir link bırakıyorum. Şuracıkta... http://khosann.com/uzay-yolculari-filmi-ne-kadar-gercekci/
Özetle
Yapım Yılı: 2016
Yönetmen: Morten Tyldum
Süresi: 116 dakika
Senaryo: Jon Spaihts
İMDB: 7,0
Benim Puanım: 7,5
Filmden Replikler
Aurora: Ne kadar zamandır buradasın?
Jim: Bir yıl, üç hafta...
Aurora: Hayır, hayır! Bu olamaz! Uyumaya geri dönmeliyiz. Kamaralarımıza geri dönmeliyiz. Tekrar bağlanmalıyız.(Panik ve edişe içinde nefes nefese koşar) Kamaramı bulamıyorum!
Hindistan'ın Madhya Pradeş eyaletinin Khandwa şehrindeki Ganesh Talai adlı yoksul bir semtte yaşayan Fatima Munshi, kocası tarafından terkedilmiş 3 çocuklu yoksul bir kadındır. Taş toplayarak geçimini sağlar. Çocuklarından ortancası olan 5 yaşındaki Saroo, ağabeysi Guddu ile birlikte trenlerden kömür çalıp satarak ailesine destek olurlar. 1986 yılında bir gün Guddu, gece trene binmek için annesinden izin alır. Küçük Saroo'da ağabeysine katılmak için ısrar eder ve ağabeysi küçük çocuğun isteğini kıramaz. Birlikte tren istasyonuna giderler. Ağabeysi Saroo'ya, kendisini istasyonda beklemesini ve bulunduğu yerden ayrılmamasını söyler ve gider. Ağabeysini beklemekten sıkılan Saroo, ağabeysinin gelip kendini bulacağına güvenerek istasyondaki trene biner ve orada uykuya dalar. Uyandığında 5 yaşındaki Saroo, artık evinden çok uzaktadır ve bu mesafeden habersizdir... Dilini bilmediği bir şehirde, Kalküta'dır... Dünyanın en kalabalık ülkesinden birinde, kalabalığın tekinsizliğinde, kimsesizliğiyle başbaşadır... Önce anlam vermeye çalışır, sonra korkar... Zaten insan da en çok anlam veremediğinden, bilmediğinden korkmaz mı?
Her(Aşk) filmi, digital çağın kadın-erkek ilişkilerine etkisini yalnızlık teması üzerinden anlatan, insanı düşünmeye, kendini ve ilişkilerini sorgulamaya iten etkileyici bir film. Film, Eternal Sunshine of the Spotless Mind(Sil Baştan) ile aynı kategoride değerlendirebilir ki sevdiğim bir film değildir. Bana göre Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ın hikayesi iyi, hikayesinin işlenişi kötüdür... Bu bağlamda Her, science fiction/romance olarak kategorize edilen alanda çekilmiş, ruha dokunan, alışkanlıklarımızı, beklentilerimizi yıkan, yeni bir şey söyleyen bir filmdir.
Theodore(Joaquin Phoenix), 40'lı yaşlarında eşinden boşanmış, bir şirkette başkaları için el yazısıyla mektup yazarak hayatını kazanan yalnız bir adamdır. Ev-iş ekseninde bir yaşam sürer. Boşandığı eşinden duygusal olarak da kopamamıştır henüz... Bir yandan boşanmanın sancısı, bir yandan yalnızlığın dayanılmaz acısıyla cebelleşirken, metroda sonradan hayatını değiştirecek bir reklam filmi dikkatini çeker ve durur izler...
"Size basit bir sorumuz var...
Kimsiniz?
Ne olabilirsiniz?
Nereye gidiyorsunuz?
Orada ne var?
İhtimaller neler?
Element yazlım dünyanın ilk yapay zekalı işletim sistemini gururla sunar.
Sezgileri olan, sizi dinleyen ve tanıyan bir varlık.
Sıradan bir işletim sistemi değil bu.
Tam bir beyin.
Karşınızda OS1."
İşletim sistemini alır, evine gelip kurulumunu yapar ve Samantha(Scarlett Johansson) adındaki işletim sistemiyle olan ilişkisi başlar...
Yukarıdaki tıklayarak dinleyebileceğiniz müzik şaheseri, ne vakit içim dara düşse, dinleyip beni gönül ve zihin ferahlığına ulaştıran bir bestedir...
Bestenin yaratıcısı Oscar ödüllü Anthony Hopkins... Hopkins, gençken hep bir müzisyen olmak ister... Uzun yıllar besteler yapar... 27 yaşındayken(1964'de) "And The Waltz Goes On"unu besteler... Yıllar sonra Hollandalı kemancı, besteci, orkestra şefi Andre Rieu'nun konserlerinden birini TV'de izlerken, karısına; "valslerimin Viyana'da çalınmasını çok isterim" der. Anthony Hopkins, Andre Rieu hayranıdır... Hatta bir gün Andre Rieu ile buluştuğu bir rüya görür... Aynı rüyayı, aynı gece karısı da görür... Rüyalarını birbirleriyle paylaşırlar. Karısı sonraAndre Rieu'ye Anthony Hopkins'in "And The Waltz Goes On" valsini gönderir... Bir süre sonra Andre'den bir telefon gelirve "valsinizi aldım, orkestramla çalacağım" der.. Anthony Hopkins hem şaşırır hem de çok mutlu olur...
Magazin haberlerinin, sosyal medyadaki gezginlerin, sanatçıların paylaşımlarının etkisi son yıllarda Ege sahillerine karşı ilgiyi artırdı.... Özellikle de dünya ve yurdum hallerinin yarattığı buhran, herkesin bir Ege fantezisi kurmasına yol açtı. Emeklilik düşleri erkene çekilmeye başlandı... İnsanlarda bir "İzmir Cumhuriyeti"nin vatandaşı olma isteği belirdi... Yağmur yağınca sele teslim olan, körfezinden kötü kokuların geldiği, gecekondularıyla nostaljik, dar ve bakımsız yollarıyla anti-Avrupai, altyapısız, çarpık kentleşmenin numunesi, dini-imanı zayıf olan insanların yaşadığı, bir taraftan öteki, bir taraftan peşinden koşulan ulaşılmaz bir sevgili gibi torpilsiz şehir İzmir...
Bilgi: Görsel internetten alınmıştır.
İlkokul kitaplarında "Ege'nin İncisi" diye başlardı İzmir yöresinin tanıtımı... Bozkırın ortasında doğmuş ve ilk defa 19 yaşında deniz görmüş biri olarak, çocukken Ege'nin incisi teşbihini okuduğumda beni acayip hayallere sürüklerdi o benzetme(dünya artık küçüldüğü için büyüyünce deniz gören son kuşağız zannımca)... Bir nevi ecnebi bir memleket gibiydi benim hayal ettiğim İzmir... Mini etek giyen kadınlarıyla, geniş geniş, tozu toprağı olmayan yollarıyla, yolların kenarında kocaman palmiyelerin sıralandığı, kışın soğuğun-ayazın uğramadığı, musmutlu ailelerin yaşadığı bir refah şehriydi... Bu imgelemelerimde 1975 yapımı, Tarık Akanlı, Necla Nazırlı, Hulisi Kentmenli Osman Seden filmi Ateş Böceği'nin etkisi vardır... Çünkü filmde Tarık Akan'ı terk eden Necla Nazır fabrikatör dedesinin evine gidiyordu ve ben o an sanıyordum ki İzmir'de herkes yalıda yaşıyordu.... Denizi dünya kadar büyüktü... Küçüktüm ve bütün sanılarım gerçekti o küçük dünyamda... Filme ne zaman denk gelsem hala aynı lezzetle izler ve çocukluğuma giderim...
Olay yeri İngiltere, yıl 2027'dir... Diego Ricardo Bounasaires'deki bir barın önünde imza vermeyi reddettiği bir hayranı tarafından öldürülür. Dünyanın en genç insanı olan Diego için insanlar yas tutar. 2009 yılında doğan Diego, dünyadaki en genç insan olduğu için şöhret olur, şöhretli bir yaşam sürer ve şöhretinin bedelini de yaşamıyla öder.... Film başlar...
Dünyada kısırlık vardır, kadınlar çocuk doğuramamaktadır.... İnsanlar bebek sesine, bebek gülümsemesine hasrettir. Hatta kimileri unutmuştur bebek nasıl bir şeydir'i... Sözün özü, artık bir "gelecek" yoktur.
Theo Faron(Clive Owen) sevdiği kadından ayrılmış, çocuğunu kaybetmiş, kederi deneyimlemiş yalnız bir adamdır. Görevini yapması gerektiği kadar yerine getiren bir asker gibi, yaşamak için yaşamaktadır...
Dünya buhran içindedir... İngiltere buhrana karşı sıkı politikalar uygulamaktadır.
Londra'ya insan akını vardır... Mülteciler, zenciler, Müslümanlar... "Beyaz ada" "siyah" akını durdurmaya çalışır... Bir bölge kurar gelen insan akınları için...
Theo Faron, bir gün sokakta yürürken mültecilere eşit haklar verilmesi için mücadele eden bir örgüt tarafından kaçırılır... Theo'nun eski eşi Julian(Julianne Moore) örgütün lideridir...
Ve Kee(Clare-Hope Ashitey), genç siyahi bir kadındır... Hamiledir... İnsanlığın geleceğini karnında taşımaktadır....18 yıl sonra dünya Kee sayesinde bir bebeğin varlığına, kokusuna, sesine tanık olacaktır...
“İllinoisli
bir çiftçinin genç karısı, ilk çocuğunun, kocasının dilediği gibi, erkek
olmasını istemişti. Harry’nin kendisine sıkı sıkı sarıldığını sonra da oğlunu
gururla kucağına aldığını görmek arzusuyla aptalca ama temiz yürekle
eczacısından birtakım “haplar” almış ve içlerindeki tozu kocasının kadehine
doldurduğu biraların köpüğüne dökmüştü. Genç çiftin bunda sonra verimli bir
cinsel yaşamı olmuştu. Bir sonraki kış küçük Harry, bir yıl sonra da ikizler
Ted ve Fred doğmuştu. Baba durumdan pek hoşnuttu ama şimdi bir kız çocuk
istiyordu.
Her
zaman gönül okşamaya uğraşan Amy, uygun tedavi için eczacısını görmeye gitti.
Ne yazık ki eczacı üzgündü; ‘karşıt ürün yok’ dedi. Bu durumda kocasına bir kız çocuk verebilmek
için işleri rastlantıya bırakıp yıllarca bekleyecek miydi Amy?”
Beklemez…
Amy’nin vesile olduğu hukuki bir süreç başlar… Süreçle birlikte olaylar zinciri vuku bulur ve dünyada bir silkelenme gerçekleşir... Doğmamış kız çocuklarının dünyaya gelme, "yaşama hakkı"nın hesabı sorulmaya başlanır.
Kosovalı bir kız çocuğu (2013)
Daha
ana rahminde minik bir can iken “yoksun sen” diyen erkeklerin ve yarattıkları sistemin karşısına dikilir Clarence,böcek profesörü sevgilisi ve yaşlı, bilge dostu.
Ve
hiç bir şey tesadüf değildir… Dünyayı sarsacak, doğmamış kız çocuklarının
kaderini etkileyecek olaylar, böcek profesörünün,
Kahire’de bir pazardan aldığı bokböceği baklalarıyla başlar.
Bokböceklerinin hikmetine gelince...Eski
Mısır’da bokböceği tılsımlı bir hayvanmış… Yeniden doğumu, doğurganlığı
dolaysıyla bereketi, dişili simgelermiş. Bu bokböceklerinin büyülü güçlere
sahip, yaşamın sırlarını bilen hayvanlar olduğuna inanılırmış. Bu nedenle de taşlara
işlenip muska olarak da kullanılırmış ki muskayı takan kişi ölümsüzlüğe
uzansın... II. Ramses bokböceklerini görünce yerlere kapanıp, secde edermiş
bokböceklerine… Bu bokböceklerinin tılsımlı gücü, Mezopotamya’ya, Yunanistan’a,
Fenike’ye, Roma’ya kadar yayılmış.
Dünyaya hükmeden kral olarak
tarihe geçen Babil’in altıncı kralı Hammurabi tarafından yazılan 282 adet
yasayla başlatıyor tarih yazılı anayasayı… Hammurabi kanunları, halk
arasında “göze göz, dişe diş” ya da “kısasa kısas” olarak bilinen, bir taşa
kazınmış ve halk okuyabilsin diye Akad dilinde yazılmış…Hammurabi kanunlarında 34 çeşit ölüm cezası tanımlanmış.
Tarihte ölüm cezası, en vahşi olanları en çok
tercih edilen yöntem olarak uygulanmış. Mahkûmun parça parça kesilmesi, giyotin
ile başının gövdesinden ayrılması, hayvanlara parçalatılması, iple boğma gibi birçok metot
insanın insana uyguladığı ölüm yöntemleri olarak tarihte yerini almış. Filmlerde gördüğümüz ve izlemeye dahi zorlandığımız
birçok ölüm cezası sahnesi, insanlık tarihinde yaşanmış. Hatta 21. yüzyılda bazı
ülkelerde hala yaşanagelen “hukuki”(?) yöntemler olarak varlığını sürdürüyor.
Polonya
asıllı İngiliz antropolog Bronislaw Malinowski, Trobriand Adalarında 4 yıl
boyunca yaptığı alan araştırmasının sonucunda kaleme aldığı “İlkel Toplum” adlı
kitabında, ilkel toplumlarda yasa, düzen, suç ve ceza kavramlarına dikkat
çeker. Malinowski’nin araştırması, araştırmanın yapıldığı dönem, dikkat çekilen
konular ve bu konuların ilk defa bilimsel bir perspektifte değerlendirilmesi bakımından
bizlere önemli referanslar sağlar.
Töreler,
kültürün önemli taşıyıcıları olması bakımından ilkel toplumlarda hayatı
düzenleyen kurallar silsilesini oluşturuyor. Töreler, yazılı olmayan yasalar
olarak toplumda yazılı olanlardan daha etkili de olabiliyor.
Malinowski, Trobriand adalarında yaşayan yerlilerin yaşamlarındaki intihar vakalarını yasaya
ve düzene güçlü destek sağlayan bir nevi ceza sistemi olarak değerlendiriyor. Örneğin;
Bir erkek kendi eşini başka biriyle bir ilişki kurmakla suçladığında, kadın bir palmiye ağacından atlayarak canına
kıyar, kocası da onu izler. İntihar vakalarının nedenleri sadece evlilik dışı
ilişki kurma nedenli değil. Kabiledeki egzogaminin çiğnenmesi, hakaret, görevlerden
kaçma gibi gerekçeler de intihara yol açabiliyor. Geçmişte Türkiye’de de sık rastlanan intihara zorlanma olayları, özellikle “namusu koruma”, “toplum,
topluluk olabilmek”, “birlikteliği korumak”, "ataerkil kültürün devamlılığını sağlamak ve gücünü perçinlemek" için uygulanan, pratikte yazılı
hukukun dahi önüne geçebilen bir ceza sistemi diyebiliriz. Hatta bir çeşit idam…
Kişinin kendi elleriyle, kendi idam fermanını yazıp, uygulaması… Bu
konuda Malinowski’yi referans vermemin nedeni, ilkel toplumlarda uygulanan bu “intihar
cezasının” aslında sosyo-kültürel farklılıklara rağmen birçok toplumda uygulandığına
dikkat çekmek ve bunu cezayı uygulayanın aslında töre yani töreyi yaratan ve
uygulayan toplum olduğu gerçeğidir.
Bronisław Malinowski(1884-1942) ve Yerliler
15
Temmuz darbe girişiminden beri dönem dönem gündemde olan idam cezasının geri
gelmesi konusu kişisel olarak beni rahatsız eden bir konudur. Birincisiidam cezasının suçun caydırıcılığını engellemediğini ve toplumlarda şiddet
eğilimini artırdığına inanmamdır. Tartışılmasının bile toplumsal bilinçaltını negatif
etkilediğini düşünüyorum. Bu düşünceme kaynak gösterebilecek bir bilimsel veri
yok elimde. Fakat bunun için bir insanın ölümünün yine bir başka insan tarafından gerçekleşmesi
fikri, yetişkinleri bir kenara bırakırsak, toplumdaki çocuklar ve gençler
tarafından nasıl ürkütücü olarak algılanabileceğini hayal edebiliyorum. İkincisi, idam cezasına karşı olmam.
Türkiye’deki
idam cezasının tarihine baktığımızda İstiklal Mahkemeleri'nin kararıyla idam
edilen kişiler dışında, 1920 ile 1984 yılları arasında 15’i kadın, 697’si erkek
olmak üzere toplam 712 kişi idam cezasına çarptırılmış.
Türkiye'de idam cezası, 1984'ten beri fiilen
ve 2004'ten beri hukuken bulunmuyor. İdam cezası, önce
2001'de savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışındaki suçlar için
kaldırılmış, sonra 3 Ağustos 2002'de "savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde işlenmiş suçlar hariç" şartı ile kaldırılmış, daha sonra 7
Mayıs 2004’de anayasadan çıkarılmış, 14 Temmuz 2004’de çıkan yasayla da Türk Ceza Kanunu'ndan ölüm cezaları ile ilgili maddeler çıkarılmış. Böylece idam cezası Türk
Hukuku'ndan tamamen kaldırılmış.
Prosedüre göre mahkemeler tarafından
verilen idam kararları Yargıtay'da onaylandıktan sonra Meclis’e gönderiliyor,
Meclis’in de idam kararını onaylaması halinde ölüm cezaları infaz ediliyormuş. İnfaz
kurallarına göre ölüm cezası hükümlünün mensup olduğu din ve mezhebin hususi günlerinde
yerine getirilmiyor, hamile kadınlar doğum yapana kadar, akıl hastalığı tespit
edilenler akli dengesi düzelene kadar idam edilmiyormuş. 18 yaşından küçükler
ve 65 yaşından büyükler hakkındaki ölüm cezası infaz edilmiyormuş.
İnfazlar 1965 yılına
kadar gündüzleri ve “halkın izleyebilmesi için alenen” ve belirli noktalarda
İstanbul’da Sultanahmet Meydanı'nda Ankara’da Samanpazarı’nda
gerçekleştiriliyormuş. 1965 yılında İnfaz Kanunu’nda yapılan düzenlemeden
sonraki infazlar cezaevi avlularında, güneş doğmadan önce, gizli olarak yapılıyormuş.
Askeriye'ye bağlı bir kişinin askeri suçtan dolayı aldığı ölüm cezası kurşuna
dizilerek gerçekleştiriliyormuş. Örneğin; Şeyh Said İsyanı ile bağlantıları olan AlbayCibranlı
Halit, Molla Abdurrahman, Yusuf Ziya Bey, Teğmen Ali Rıza Bey, Faik Bey kurşuna dizilerek idam edilmiş.
Türkiye'de, cezası infaz edilen son
idam mahkûmu, 25 Ekim 1984'te idam edilen Hıdır Arslan... Ekim 1984'ten itibaren mahkemeler tarafından
verilen ölüm cezaları Meclis’te onaylanmadığı için infaz edilmemiş. 1991
yılında çıkarılan bir afla 500 civarında ölüm cezası dosyası, 10 yıl ağır hapse
dönüştürülmüş ve 2002'deki yasayla da fiilen uygulanmamış olan tüm idam
kararları, ömür boyu hapse dönüştürülmüş. Bunlar arasında, Abdullah Öcalan'ın 29 Haziran 1999'da
çarptırıldığı, 25 Kasım 1999'da Yargıtay tarafından onanan ölüm cezası da var.
İdam cezalarının neyle nasıl
uygulandığının kanımca bir önemi yok. Kurşuna dizmek, iple boğmak, 18. yüzyıl Fransa’sındaki
gibi giyotinle baş kesmek ya da 21. yüzyılda bazı ülkelerde uygulanan iğneyle zehirleyerek
öldürmek… İdam
cezasını, insanın sosyal evrim sürecinde ilkelliğe doğru, geri yolcuğu olarak değerlendiriyorum. Kişisel
olarak bir insanın, başka bir insanın canını alma hakkını kendinde görmesini, Yaratılan’ın
Yaradan’la rekabet etmesi hali olarak görüyorum… Başbakan Adnan
Menderes’i, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yu, Maliye Bakanı Hasan
Polatkan'ı; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı; Mustafa Pehlivanoğlu'nu, 1980-84
yılları arasında idam edilen 18’i sol, 8'i sağ görüşlü ve 23'ü de adli suçtan idam edilen 50 kişiyi
ve adını anmadığımız nice insanları ölümle cezalandırmak! Bazı isimler temsil ettikleri dünya görüşleri
nedeniyle sembolleştiği için, onlarla doğal olarak aidiyet bağı kuruluyor. Ben salt insan kategorisinde
değerlendirmeyi yeğlerim. Kenan Evren'in 3 Ekim 1984'te Muş'ta yaptığı konuşmada "hainleri asmayıp da besleyecek miyiz" sözü hala hafızalarda asılı. Türkiye’de idamı destekleyen çevrelerin “ABD’de de idam var” şeklindeki idam cezasının gerekliliğine dair gerekçeleri (Gerekli gereksiz her konuda Türkiye-ABD kıyaslamaları da tuhaf ki aralarında kıyaslanamayacak kadar çok parametre var ) yersiz.
Uluslararası Af Örgütü'nün 2016 yıllık raporuna göre dünyadaki idamların yüzde 87'si İran'da gerçekleşmiş. Sonra Suudi Arabistan, Irak ve Pakistan'da gerçekleşmiş. Ancak Çin hükumeti idamlar konusunda net rakamlar vermediği için bu dört ülkeden de fazla sayıda infazın Çin'de gerçekleştirilmiş olduğu tahmin ediliyor. Benzer bir bilgi paylaşımı gizliliği Malezya'da da olduğu söyleniyor. İdam cezasını uygulayan ülkelere baktığımızda çoğu demokrasiden uzak ülkeler. Sonuç olarak M.Ö. 1754’te yazıldığı kabul edilen, "kısasa kısas" ilkesini temel alan Hammurabi Kanunları'ndan bugüne insanlık, akıl ve adalet evrimini, tekamülünü gerçekleştirme yolunda yüzyıllardır ilerlerken, siyaset kurumu bu emeği harcayabiliyor. 21. yüzyılda "zorunlu intiharların", ölüm cezalarının uygulanması, tartışılması toplumları ilkelleştiriyor. Yaşama hakkı, her bir canlı için bir haktır. Maalesef tarih tekerrürden ibaret olmasın temennisine sığınmak çare değil...
11 Mayıs 2016 tarihinde Bangladeş'te muhalefetteki Cemaat-i İslam Partisinin lideri Motiur Rahman Nizami idam edildi. İdamı, Türkiye tarafından sert bir dille eleştirildi.
Uluslararası Af Örgütü, 2016 Yılı Ölüm Cezası Raporu https://www.amnesty.org.tr/uploads/Docs/act5057402017-en-webrs2106.pdf
Kenneth Nichols O'Keefe, eski Amerikan deniz komandosu ve savaş karşıtı bir aktivist…
İlginç bir yaşam öyküsü var… Birinci Körfez Savaşı, kod adı“Çöl
Fırtınası Harekâtı” olan savaşa, Amerikan donanma komandosu olarak
katılıyor. (17 Ocak 1991-28 Şubat 1991). Amerika
Birleşik Devletler Başkanı o zamanlar Baba Bush... Çöl Fırtınası Harekâtından bizlerin hafızalarında, Saddam'ın Kuveyt'i
bombalaması ve petrol kuyularından sızan petrol sonucu petrole bulanmış can çekişen kuşlar, CNN yayınları
kalırken; o savaş, Kenneth O'Keefe’in kişisel dünyasında başka
yollara kapı aralıyor… O'Keefe, savaş sonrası tam bir savaş karşıtına dönüşüyor.
20
Mart 2003 yılında “Irak'ı Özgürleştirme Operasyonu” adıyla İkinci Körfez Savaşı başlıyor. Amerika Birleşik Devletler Başkanı bu sefer Oğul
Bush… 15 Aralık 2011 tarihinde Bağdat'ta bulunan Amerikan Üssü'nden son
Amerikan Bayrağı'nın indirilmesiyle savaş “resmi” olarak sona eriyor.
Bu
kez hafızalarımızda sorgu yöntemleri arasında waterboarding (yatar pozisyondaki
kişinin ağzının havluyla kapatılıp yukarıdan havluya su dökülerek boğulma hissi
yaratılması), bir haftadan uzun süre uykusuz ve ayakta bırakma, tokat, duvara
çarpma gibi işkence teknikleri ve turuncu giysili mahkûmların işkenceye maruz
kaldığı Guantanamo üssü kalıyor. İnsanlığın sıfırlandığı, insanlık dışı o görüntüler…
Kenneth O'Keefe, 2003 yılında Irak savaşını önlemek için "canlı
kalkan" olarak Bağdat'a gidiyor. Kişisel web sitesinde yaşam öyküsünü şöyle anlatıyor; 21 Temmuz 1969'da Kaliforniya’nın Napa şehrinde doğdum. Doğduğum gün, astronotlar Ay’da yürüyor, doktorlar ise beni teslim ederken, TV’den astronotların Ay’a yürümesine dair haberleri izliyor ve kendi aralarında konuşuyorlardı. Ailemin ilk ve tek çocuğuydum. Ailem ben beş yaşındayken boşandı. Babam uzlaşmaz, diktatör; annem ise koşulsuz sevginin özlü örneğiydi adeta. Bu tavır anneler için gerçekten en büyük hata…Çünkü annemin sevgisi sınırsızdı ve ben bu sevgiyi anneme karşı kullanıyordum. Gençliğimin büyük bir çoğunluğunda bencil, basit ve Batılı bir materyalisttim… 5 yaşında iken ailemin yakın bir arkadaşı tarafından tacize uğradım. Rahatsız edici ve istenmeyen bir olay olmasına rağmen bu olayla ilgili asla kendimi suçlamadım. Babam ilgisiz biriydi. 2001'de öldü ve ölümünden önce ona karşı acı çekmediğimi açıkça belirttim. Şüphesiz beni seviyordu… Ancak kendisinin ve neredeyse hepimizin tanıdığı korkunç adaletsizlik dönemini duygusal olarak kıramayan, hayatın sayısız kurbanlarından biriydi benim için babam. Orta sınıfın yaşadığı Güney Kaliforniya'da, çoğunlukla San Diego ve Los Angeles'ta büyüdüm. Lisedeyken okul sonrası bir Fransız restoranında garson olarak çalıştım. Bir gece, Stanley Kubrick’inklasik “Full Metal Jacket” adlı filmini izledim. Bu film Amerika Birleşik Devletleri Deniz Piyadelerine katılmam için bana ilham kaynağı oldu. Vatanseverlik motivasyon değildi benim için. Beni bu karara motive eden şey kazanacağım disiplin ve girişimdi. Deniz Kuvvetleri'ne katılma kararım "hayatımın en aptalca kararı" idi.Sonra hayatımın en büyük hatası bana çok doğru şeyler öğretti. Deniz Kuvvetleri Ana Kampı Lejeune North Carolina kampında saygın bir Denizciydim. Orada şahit olduğum adaletsizlikler ve birçok olaylar benim bugünkü aktivizmimin temelini oluşturdu. Sonra Körfez Savaşı’nda görev aldım.”
North Carolina Kampında birlikte çalıştığı Çavuş Stanley, Kenneth O'Keefe’e dünyayı dar eder ve o çavuşla Körfez Savaşı’nda da çalışmak zorunda kalır. “Körfez savaşında; boyun eğen, ölen Iraklı askerleri gördüm. Günlerce süren petrol patlamalarını, ateşi gördüm. Siyah bir gece gibiydi, bir Hollywood filmi gibiydi her yer… Hiçbir uykuya ihtiyaç duymadan, yorgunluk hissetmeden yaşıyorduk. Çünkü adrenalin şiddetli bir nehir gibi akıyordu kanımda. Irak'ta herhangi bir insanı öldürmediğimi bilsem de ne yazık ki gerekirse öldürebileceğimi biliyordum. Çılgın bir ırkçı değildim ama yine de ırkçıydım. ‘Düşmanın’ nasıl öldüğünü mantıklı hale getirebilecek ahlaki gerekçelerle donatılmıştım. Cehalet ve inkâr mükemmel çalışıyordu ve kendimi gerçekten düşünmüyordum, sadece ‘işimi yapıyordum’.”
Deniz Piyadeleri tecrübesi Kenneth O'Keefe’e, iktidarların kötüye kullanımının nelere yol açtığını deneyimlemesi bakımından önemlidir. “Dünyanın ezilen kitlelerine yabancı olan bu hayatı terk etmemiş olsaydım, Batı'nın kör, sağır ve çılgınca, ‘müreffeh’ olmakla yetinmiş yalın kitlelerine katılırdım.” Kenneth O'Keefe, Körfez
Savaşı’ndan sonra yaşamını köklü olarak değiştirir. Bir dönem Greenpeace için
çalışır, vegan olur. Sonra Hawaii’ye yerleşir. Orada deniz kaplumbağaları ve
türleri tehlikede olan hayvanlar için mücadele eder. Tam bir çevrecidir artık o…
Keskin karakteri çevreciliğinde de ön plana çıkar ve devlet ile başı fazlasıyla
belaya girer. 1999 yılında ABD vatandaşlığını resmen reddeder. Mart 2001'de ABD vatandaşlığından yasal olarak
vazgeçmek için ABD yasalarına göre yabancı bir konsolosluğa (Kanada- Vancouver)
başvuru yapar sonra Hollanda’ya (Lahey) başvurur, sonuç alamaz. Dış İşleri
Bakanlığından kendisinin hala bir Amerikalı olduğuna dair bir yazı gelir.
Sonraki süreçte büyükannesinin İrlandalı olması nedeniyle İrlanda
vatandaşlığına geçer. Kenneth O'Keefe’in siyasi görüşleri de zamanla değişecektir.
FilistinliFadiwa Dajaniile
evlenir.
2008 yılında Özgür Gazze Hareketi’nin, Gazze ablukasını kırma amacıyla
gönderdiği gemilerden birine kaptanlık yapar. Filistinliler tarafından
kendisine Filistin vatandaşlığı verilir. Mayıs 2010 yılında İHH
İnsani Yardım Vakfı ve Özgür
Gazze Hareketi'nin organize ettiği ve Gazze'ye
insani yardım taşıyan Mavi Marmara gemisindedir O'Keefe.Gazze filosu baskınında İsrail ordusuyla çarpışan yolcular
arasındadır… Sonra İsrail'de tutuklanır, dayak yer… Serbest bırakılır,
İstanbul’a gelir. İsrail Savunma Güçleri (IDF), 6 Haziran 2010'da
O'Keefe'nin "İsrail karşıtı aşırılıkçı" ve "Hamas Terör örgütü
operatörü" olduğunu söyler ve "Filistin terör örgütü için komando
birliği kurmak ve eğitmek için Gazze Şeridi’ne giriyordu” der.
Kenneth O'Keefe
hakkında bu kadar geniş bilgi vermemin nedeni sosyal medyada birçok kişi
tarafından paylaşılan videosu ve videodaki konuşması üzerinden “gerçek, algı, bilgi, fikir ve propaganda” gibi kavramlara dair bir
şeyler yazma isteğim. O'Keefe’in yaşam öyküsünün, kişiliğinin bu
kavramlara dair düşünme egzersizini tetikleyeceğini düşünüyorum. Ayrıca O'Keefe'in hikayesinin çarpıcılığı da yazmaya değer... Konunun daha
iyi anlaşılması, Kenneth O'Keefe’in
söylediklerinin komplocu etiketine maruz kalıp yabana atılmaması için, ayrıca da
detaycılar için aşağıda videoya dair birkaç bilgi verip, deşifresini
paylaşacağım.
Video,
Rusya'nın İngilizce yayın yapan kuruluşu RT'de(Russian Today) 3 Kasım 2014'te
yayınlanan "CrossTalk" programındandır. Kenneth O'Keefe programa,
politik analist olarak konuktur. Şunu da belirtmeden geçmemek gerekir, O'Keefe’in
RT’ye çıkması insanların algısında stratejik bulunup, tarafgir olarak yorumlansa da
konumuz bu değil.
Ayrıca
bir not: Geçtiğimiz Ocak ayında sosyal medyada sıkça paylaşılan video üzerine tweet
atan Yeni Şafak Gazetesine, ABD Büyükelçiliği'nden tepki gelir.
Videonun Deşifresi;
“Mücahitlere terör yatırımı yapan bu sözde savaşın
amacının terörle mücadele ya da dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek olduğu
varsayımını reddediyorum. Ortadoğu politikasının asında ne olduğunu gerçekten
istiyorsanız, Oded Yinon’un “1980’lerde İsrail’in Stratejisi”ni okumanız
gerektiğini savunuyorum. Bu belgelerdekiler şimdiye kadar harfiyen gerçekleşti.
Uzun yıllardır İsrail’in ciddi hedefleri vardı. İsrail’in temel hedefleri,
“Büyük İsrail Projesi doğrultusunda genişlemek ve büyümekti. Bunun için genişlemesini
meşrulaştıracak bir mazerete ihtiyacı vardı. Bunun için de bölgede mezhepçi
nefret ve şiddetin tohumlarını ekmemiz gerekirdi. Bu planın hedefi Irak’tı.
Bunu başardık, hayır Irak bir başarısızlık değil, aslına bakarsak başarıdır.
Irak büyük ölçüde batmış bir devlettir, mutlak suretle bunalımdadır. Mezhepçi
nefret tamamen kontrolden çıkmış durumda. İnsanların başlarının kesildiği, tüm
bu çılgınlığı görüyoruz ve bunun bir felaket olduğunu düşünüyoruz. Hayır, hiç
de değil, hepsi planın parçası. Irak’ı üç ayrı devlete bölme planının bir
parçası. Suriye’ye baktığımızda da amacın yine aynı olduğunu görüyoruz.
Mezhepçi nefretin tohumlarını ek ve ülkeyi umutsuz bir duruma düşür ki, bu da
planlandığı gibi oluyor. Komik gelebilir ama DEAŞ’ın(IŞID) açılımı İsrail Gizli
İstihbarat Servisi (İsrael Secret İntelligence Service) olabilir. Birçok kişi
çevresindeki ülkelerin parçalanmasının, Balkanlaşmasının İsrail Devleti’ne ya
da Sözde İsrail Yahudi Devleti’ne büyük yararları olduğunu fark ediyor. Bu
nedenle size söylenenlere inanıyorsanız, yani herhangi biri Obama, Bush ya da
diğerleri olsun, herhangi Batılı bir liderin ağzından çıkacak sözlere neden
inansınlar bilmiyorum? Tüm bu insanlar gerçek yalancılardan başka bir şey
değil. Söyledikleri her şey gerçeğin tam tersi… Ve onların söyledikleri hiçbir
şeyi doğru kabul etmiyorum. Irak’ı parçalamaya yönelik politikalar ile
Suriye’yi bölmeyi amaçlayanlar arasında kati bir süreklilik var. DEAŞ’in (IŞID)
üzerinde ABD’nin parmak izlerinin olmadığını söylemek saflıktan ötedir. Bana şu
sorunun yanıtını verin; neden DEAŞ(IŞID) olsun, Nusra olsun ya da El Kaide bir
kez olsun İsrail’e saldırmadı? Bırakın saldırmayı DEAŞ(IŞID) militanları Golan
Tepelerinde ve hatta İsrail’de tıbbi tedavi görüyorlar. Sizce bu ne anlama
geliyor? Tam bir süreklilik var. Gerçek politika açısından tasarlanan “Yeni
Amerika Yüzyılı Projesi”ndeki gibi… Şöyle deniyor orada; bu küresel tam
hâkimiyet hedefine ulaşmak için yeni bir Pearl Harbour’a ihtiyaç var. Bu
olmadan ne Amerika ne de dünya milletlerine anlatamazsınız. Biz dünya genelinde
savaşlar açacağız, istila ve işgal yürüteceğiz bunun için; tam hâkimiyet hedefi
için. Denizde, havada, karada, uzayda tam kontrol sağlamak için milyarlar ve
belki de trilyonlar harcayacağız. Amerika halkı bunu kabul etmez. Onlara bunu
anlatamazsınız. Bunun için onlara bir yalan söylemeniz lazım… İşte gün be gün
gördüğümüz, yaşadığımız şey tam da bu. Daima bir öcüye ihtiyaç olduğu
meselesine gelirsek; oysa şimdi Rusya’dasınız. 50 yıldan uzun süre verdiğimiz
Soğuk Savaş daha en başından saçmalıktır. Aslında bir Sovyet işgali tehdidi
hiçbir zaman olmadı. Ama yıllarca nükleer silahlar geliştirmek için çılgınca
para harcadık. Bu gerçek anlamda, tamamen ve topyekûn bir kolektif deliliğe
dönüştü. Bugün yine oturmuş burada Suriye’de açıkça tamamen yok etmeyi
amaçlayan bir politikayla dünyayı tehdit eden Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesinden
bahsediyoruz. Azıcık aklı olan biri, Beşşar Esad’ı devre dışı bıraktığımızda
ortaya çıkan güç boşluğunun en güçlü çıkar odakları tarafından doldurulacağını
bilir. O odaklar kim şu anda? Bizim dostlarımız ve müttefiklerimiz; bizim
yarattığımız Frankensteinlar; buna ister El Kaide deyin, ister El Nusra,
isterseniz de son yarattığınız DEAŞ(IŞID); bu boşluğu bunlar dolduracaklardır.
Aynen Oded Yinon’un 1980’lerde İsrail için öngördüğü stratejideki gibi… Dikkat
çekilmesi gereken bir diğer husus da İslam ile uzaktan yakından ilgili olmayan
Sözde İslam Devleti… Evet, İslam’a yönelik bir savaş var. Dünyada çoğu Müslümanın
idrak ettiği haliyle İslam birini zorla Müslüman yapmayı veya onu öldürmeyi
mutlak anlamda, yüzde yüz yasaklıyor. Bu tamamen asılsız... Ortaçağ’da Müslüman
imparatorluklar döneminde, yönetimdeki Müslümanlar arasındaki kesin anlayış ve
politika; kim hangi dine inanıyorsa dinini yaşamasına izin verilmesiydi ve
hatta Müslüman imparatorluklar vergi vermeye bile zorlanmıyorlardı. Bununla
birlikte insanların kendi dinlerini sürdürmeleri halinde vergi vb. nimetlerden
faydalanmalarının önünde engel yoktu. Uzun lafın kısası hiçbir Müslüman sadece
din değiştirmiyorlar (Müslüman olmuyorlar) diye erkekleri, kadınları ve
çocukları infaz etmeyi meşru görmez. Bu insanlar Müslüman olamaz. Onlar,
Amerika Birleşik Devletlerinin yardakçıları… İsrail, İngiltere ve diğerlerinin
yarattığı canavarlardır. Bu canavarlar, ABD’nin özünü oluşturan asla bitmeyen
savaşlar politikasını ve devam eden cinnet halini meşrulaştırmak için bilinçli
olarak yaratıldılar. İşte tam olarak, bu sebeple ben de ABD
vatandaşlığından çıktım. Bu delilik, dünya için büyük bir tehdit dışında başka
bir şey olarak düşünülemez. Çok açık çözümler var. Bir tanesi, ABD Kongresi ve
Beyaz Saray’daki ABD Anayasası üzerine yemin eden hainler tutuklanmalı.
Amerikalılar kılını bile kıpırdatmadan izlerken, Başkanın, herhangi bir ABD vatandaşının,
herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda gözaltına alınma yetkisi var. Hiçbir
temsil yetkisi olmadan, hukuki süreç gözetmeksizin kimliğini gizleyerek ve
teorik olarak askeri mahkemede gizlice yargılayıp idama mahkûm edilip, infaz
edilebilirler. Tüm bunlar sözüm ona ABD Anayasası çerçevesinde işletilir.
Evvela tüm bu hainler tutuklanmalı. Netanyahu birkaç yıl önce Kongre’ye
geldiğinde korkak, tavşan yürekli 29 hain tarafından ayakta alkışlandı. Yani
Amerikalı yurtseverler ayağa kalkıp, cesaretini toplamalı, eninde sonunda
birlik içinde bu hainlerden kurtulmalı. İkincisi İsrail’in tüm finansmanın
kesilmesi… İsrail Black’in hukuk terimlerine göre kelimenin yasal anlamıyla,
sözlük anlamıyla aktif soykırım politikaları izleyen korsan bir devlet, suçlu bir
devlettir. Bu ülkeyle ilişkiler derhal kesilmeli. Küçük imparatorluğuna, yanlış
spektrumlu tahakkümüne ve bu tarz deliliklerine son ver. Yeniden evindeki
altyapıyla ilgilenmeye başla. Tüm hayatları çalışarak geçen ve kafasının
üstündeki çatıyı koruyabilecek mi diye kaygılanan Amerika vatandaşlarıyla
ilgilenmeye başla. Bunların hepsi çok açık ve mantıklı... Tüm Amerika, mutlak
tehlikelerle dolu devlet olarak dünyanın nefret ettiği ve içerlediği bir yer olmaya
devam ederek tüm dünyaya Üçüncü Dünya savaşını getirebilir. Ciddi bir takım
hükumet değişikliklerine ihtiyacımız var. Bu da hainlerden kurtulmakla olur.”
Şimdi asıl konumuza
dönelim… Gerçek, algı, bilgi, fikir ve propaganda kavramlarına ve hayatımızdaki
etkilerine…
Gerçek
İnsanın dış dünyaya
dair temel bilgisi, sahip olduğu beş duyu yoluyla gerçekleşir. Görme
duyusu temel gerçeklikte kilit rol oynar. Bir şeyi önce gördüğümüz sonra
dokunduğumuz, duyduğumuz için o şeyin varlığını kabul ederiz.
Gerçekliğe giden
yolda, beş duyudur insana yön veren. Bu
nedenle gerçek için; el ile tutulup göz ile görülen, tam anlamıyla var olan,
varlığı hiçbir biçimde yadsınamayan, durum, olgu, nesne olarak var olan şeydir denilir. Yani gerçek somuttur. Yediğimiz sandviçte bir
saç teli varsa bunu önce görürüz, varlığını kabul ederiz sonra elimize alıp
dokunuruz ve kanıtlarız.Bu çerçevede savaş kavramını değerlendirirsek;
savaşın savaş olması için silahlı eylemlerin olması, bu eylemler sonucunda bazı
yıkımların, ölümlerin olması gerekiyor. Yani savaş eşittir silahlı, bombalı
eylemler ve sonucunda gelen ölümlerdir… Somuttur… Beş duyu ile deneyimlenir.
Algı
Beş duyumuzla aldığımız bilginin yorumlanması, seçilmesi, düzenlenmesi ve anlamlandırılmasıdır.
Yani algı soyuttur. Yine savaş örneğine dönelim… 2011 yılından beri devam eden
ve yüz binlerce insanın ölmesine, yüz binlerce insanın yerini yurdunu terk
etmesine yol açan Suriye’deki savaş, kimine göre cani Esad’ın devrilmesi ve
Suriye’nin özgürleştirilmesi için gerekli bir savaş olarak algılanırken, kimileri
için emperyal devletlerin Büyük Orta Doğu Projesi’nin önemli bir ayağını
oluşturuyor diye de algılanabiliyor.
Duyular
yorumlanırken zihinde, yorumlayanların; kişi, topluluk, ideoloji, resmi devlet
görüşü, tüccarlar, kim ya da kimler, ne ya da neler olursa olsun; onların
geçmiş travmalarından, mutluluklarından gelecek tasavvurundan, insani-siyasal
yaklaşımlardan bağımsız değildir.
Suriye
savaşı üzerine; “100 yıl önce bizim topraklarımızdı oralar” diye düşünen bir
Türkiyeli için duyular geçmişi devreye sokarak yorumlar olayları… Psikiyatr Carl Jung'ın ortak bilinç dediği, kolektif ruhsal hafıza ya da toplumların ortak bilinç havuzu diyebileceğimiz şey devreye giriyor hayatı ve
hayata dair her bir şeyi yorumlarken, algılarken… ABD Başkanı Donald Trump'ın başkanlık kampanyası sürecince söylediği ve kazanmasını sağlayan "make America great again" sloganı beyaz bir Amerikalı'nın hafızasına gönderme yapıyor ve Başkan Trump, içinden çıktığı toplumun algısını yönetiyor. Tıpkı bizdeki liderlerin sık sık konuşmalarında dile getirdiği, 1071'de TürklereAnadolu'nun kapılarını açan Malazgirt Savaşı göndermeleri, millet için Selçuklu'nun, Osmanlı'nın torunu olduklarını dile getirmeleri... Liderlerin, devlet adamlarının, üzerinden asırlar geçmiş zaferleri, söylemlerinde sıkça kullanmalarındakiasıl gaye, şanlı zaferlerle dolu ortak hafızadaki o özgüveni diri tutma, o hafızayı yönetme ve birliği sağlama olarak yorumlanabilir. Algı bir yorumdur... Gerçekliğin yansıması… Yansırken biçim değiştirmesi, dönüşmesi... Hatta algı, 21. yüzyılda bilginin, gerçeğin çarpıtılması desek abartmış olmayız. Hem ülkemizde hem de dünyada bu yoruma dayanak sağlayacak çok fazla yaşanmışlık var maalesef...
Bilgi
İnsan
aklının alabileceği gerçek, olgu ve ilkelerin tümüne verilen isimdir. Yani insanın kendi ve kendi dışındaki somut şeyleri anlamaeylemine bilme, bu eylemden çıkan
sonuca da bilgi deniliyor.
Beş
duyumuzla anlarız ve yorumlarız, üzerine deneyimlerimizi de ekleriz böylece
bilgiye ulaşırız. Bilgiye ulaşmada
dışarıdan enformasyon akışı vardır ve bilgi kanıtlanabilirdir. Bilgi türüne göre
soyut ve somuttur. Bilgi ile algı arasındaki en büyük fark; algıya duyguların,
dünya görüşünün, deneyimlerin sinmesi ve yön vermesidir.
Fikir
Düşüncedir…
Subjektif ve soyuttur. Bilgiye göre dışardan enformasyon akışının fazla
olmadığı kişi tarafından üretilen düşüncedir. Bilgiye göre kanıtlanabilirliği
azdır.
Propaganda
Bir
düşünceyi, bir ideolojiyi, inancı insanlara tanıtmak, anlatmak, yaymak,
benimsetmek adına yapılan görsel, yazılı sözlü eylemlerin bütünüdür.
Latincede propaganda "yayılacak şeyler" manasına
geliyor. Tarihine ve gelişim sürecine baktığımızda; Avrupa Otuz Yıl
Savaşlarını (1618-1648) yaşarken, 22
Haziran 1622 yılında Papa XV. Gregory, kiliseyi yeniden düzenlemek, iktidarını
güçlendirmek adına Hristiyan olmayan ülkelere misyonerler göndermek, oradaki
ülkeleri “katolikleştirmek” için İnancı Yayma Meclisi (Congregatio de Propaganda Fide) kurar. Çünkü zamanın ruhu bunun
silah zoruyla, savaşla olamayacağını zorunlu kılıyordur. İnancı Yayma Meclisi,
Roma Katolik Kilisesi’nin resmi bir organı olur ve kilisenin din anlayışını
pekiştirmek, imanını "Yeni "dünyaya" yaymakla görevlendirilir. Propaganda Kurumu,
çalışmalarında “Amerika’daki puta
tapanlar” ve “Avrupa’daki Protestan
halklar” üzerine yoğunlaşır. Roma Katolik Kilisesi, propaganda yöntemleri
konusunu kiliselerin inisiyatifine bırakır. Çıkış noktası Roma Katolik
Kilisesine, din kurumuna hizmet temelli olduğu için bugün bile propagandanın
halklar üzerinde –misal dönemin Protestanları için- negatif algısı vardır.
Propaganda, Birinci
Dünya Savaşı’nda devletlerin güç mücadelesinde önemli bir silah haline
gelir. Yarattığı algı daha çok “yalan,
aldatmaca” gibi kelimelerle ilişkilidir. Günümüzde psikolojik savaş metodu
denilen yöntemleri içeriyordur. Yeri gelmişken, İkinci Dünya Savaşı’nın
başlamasına yol açan politikaların uygulayıcısı, 20. yüzyılın en tanınmış
diktatörü olan Adolf Hitler’in Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı üzerine
değinmeden geçmemek lazım. BakanlığınıJoseph Goebbels’in yaptığı Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı, Hitler’in güçlenmesinde
çok önemli rol oynar… Goebbels, “tek
halk, tek imparatorluk, tek lider” sloganıyla halka, Hitler’i ve savunduğu
dünya görüşünü ilmek ilmek işler. Propaganda kelimesi uzun yıllar çirkin bir
şey olarak algılanır. Hatta siyaset bilimciler kelimeyi tanımlamakta ve anlamlandırmakta
güçlük çekerler. Yani propaganda kelimesi,
tarihinden ve tarihindeki yaşanan acı olayların bıraktığı kolektif duygudan
arınmakta zorlanır. “Algı” ile mücadele etmek zorunda kalır.
Propaganda yönteminin en önemli ayaklarından biri de
pragmatizm(faydacılık), sonuçculuk, niceliksel düşünme ve algılama biçimidir. Özellikle
sonuçculuk ve niceliksel düşünme biçimi, tüketim odaklı toplumların düşünme ve
yaşama biçimidir diye de değerlendirebilir. Bu arada sonuçculuk ve niceliksel
düşünme başka bir yazının konusu olacak kadar önemsediğim bir konu…
“Gerçek,
algı, bilgi, fikir ve propaganda” kavramlarını açıkladıktan sonra sorularımızı
daha rahat soralım istiyorum. Amacım da
zaten soru sormak, sorgulamak… Şimdi yukarıdaki konuya dönersek; Kenneth O'Keefe’in
söyledikleri gerçek midir, algı mıdır, bilgi midir, kişisel bir fikir midir
yoksa Amerikan karşıtlığı propagandasının bir parçası mıdır?Nereden bileceğiz?
Kenneth O'Keefe'in; "DEAŞ’in (IŞID) üzerinde ABD’nin parmak izlerinin olmadığını söylemek saflıktan ötedir" sözleriyle, ABD'nin 45'inci Başkanı Donald Trump’ın, başkanlık kampanyası süresince ve başkan olunca; DEAS’ın, ABD'nin 44'üncü Başkanı Barack Obama tarafından kurulduğuna dair söyledikleri arasında pek bir fark yok. Fakat birini Amerika karşıtı eski bir ABD vatandaşı söylerken, birini şuan ki ABD Başkanı söylüyor... Soralım... Bu
“iddia”ların arka planında somut bilgiler var mı yoksa bu Başkan Trump’ın
şahsi fikri mi?Nasıl
kanıtlayacağız? Sözün bittiği yerde miyiz? Reelpolitik denen şey uğruna sözleri anlamsızlaştıracak mıyız? Neye, kime güveneceğiz? Reelpolitik denen şey ahlaki mi? Ya insani değerler, ilkeler! Siyasetçiler içinden çıktıkları toplumu yönetmek adına yola çıkarken ve o yolda yürürken söylemleriyle,politikalarıyla kendileri de toplumlar da değişir, dönüşür. Kimi zaman buna bilinçli toplumsal mühendislik çalışmalar, kimi zaman da zamanın ruhu yön verir. Kazanç odaklı yaklaşımlar kısa vadede somut fayda sağlasa da siyasetçiye, uzun vadede kaybedilen insani, ahlaki değerler çok zarar verir hem siyasetçiye hem de yönettiği topluma, dünyaya...
Son yıllarda dünyanın haline baktığımızda insanlık; bir yandan dünyamız, güneş sistemimiz, evren, biz nasıl var olduk; evrende bizden başka akıllı varlıklar var mı sorusunun cevabı için milyar dolarlık bütçeler harcarken, bilim insanları Satürn'ün uydusu Enceladus'da canlı yaşamının var olduğunu açıklarken, bir yandan da kendi ürettikleri kimyasal bombalarla birbirini öldürüyor. Ve biz acı içinde bu yaman çelişkiyi deneyimliyoruz... Bütün bunları, dünyayı
yöneten güç odakları(The Dünya), politikacılar algılar üzerinden sistemi dizayn ederler deyip
geçmeli miyiz?Hayır! Başka bir politika üretme biçimi, başka bir "söz" gerekiyor artık... Politikacılar faydacılık uğruna insanlık değerlerini harcamamalı, "kazan kazan" politikası artık insani değerleri baz almalı... Siyasetçilerin, devlet adamlarının söyledikleri "ciddiye alınmalı..." Gerçek ve gerçek dışı bilginin ulaşma ve yayılma hızının arttığı bu teknoloji çağında resmi söylemlerin gerçekliğini ölçebilecek bir tartı yok artık... Resmi söylem propaganda kelimesinin kaderini yaşıyor... Aldatma kelimesiyle anlam yarışında... Sınırların kalktığı, kültürlerin iç içe geçtiği 21. yüzyılda, dünya liderlerinin söylemlerine şöyle bir baktığımızda; hepsi farklı dilde aynı şeyi söylüyor... Savaş dilini kullanıyorlar... Hepsi popülizmin esiri oluyor... Dünya, politikacıların kimlikçi, tek tipçi, insanlığı parçalara ayıran dilinden, geçmişte çok acılar çekti... Ve daha fazlasını kaldıramayacak... Soğuk savaşın yetiştirdiği kuşağın yönettiği dünyayı, 21. yüzyılın yetiştirdiği kuşak anlamıyor, anlamayacak... Umut var... 21. yüzyılın gençlerinin gerçeklerin çarpıtılmadığı, sözün hakkının teslim edildiği, insani değerleri, ilkeleri öncelikleyen daha iyi bir dünya inşa edeceklerine inanıyorum. Bilgi: Görsel internetten alıntıdır
Eğer açlığı
görmezlikten gelirsek, o ışık sönecek...
Eğer hepimiz
yardımlaşır ve beraber çalışırsak, o ışık yarının umuduyla büyüyecek ve özgürce
parlayacak…
Yukarıdaki konuşma bundan
tam 28 yıl önce,10 yaşındaki bir
ilkokul öğrencisi tarafından yapılmış bir konuşma… Rachel Corrie tarafından yapılmış
bir konuşma… Yıl 2003… Takvimler Mart
ayının 16’sını gösterirken Gazze’nin güneyindeki Refah şehrinde, İsrailli
askerin buldozerinin altında kalarak can veren Rachel Corrie’nin ölümünün 14. yıldönümüydü
2 gün önce...
Rachel Corrie, 10 Nisan 1979
tarihinde Amerika’nın Washington eyaletinin Olympia şehrinde Craig-Cindy Corrie
çiftinin üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelir.10 yaşındaki konuşmasını göz
önünde bulundurduğumuzda Rachel, akranlarından farklı bir çocuktur. Empati yeteneği, sorumluluk
bilinci gelişmiştir. Olympia’daki Capital
Lisesinden mezun olduktan sonra özgürlükçü bir sanat üniversitesi olan Evergreen Devlet Üniversitesine devam eder. Evergreen Üniversitesinin
öğretim politikası, öğrencilerinin not sistemine dayalı bir öğretim
programından çok, öğrencilere belli bir misyon ve kimlik kazandıracak öğretim
programları uygulayan, bunları da hayatın içinde aktivite eden bir
üniversitedir. Rachel, üniversiteye devam
ederken Olympialılar İçin Barış ve Dayanışma isimli bir grupta gönüllü olarak
yer alır. Zihinsel hastalıkları olan
hastalara yardım eder, çeşitli yardım faaliyetlerinde bulunur. Üniversite son sınıfta 23
yaşındayken, Filistin davasına yardım amaçlı, Filistin liderliğinde şiddetsiz
protestoya dayalı bir hareket olarak kurulan Uluslararası Dayanışma Hareketine(International Solidarity Movement) katılır. Olympia ve Refah’ın “kardeş
şehir” olması programını önerir, Olympia‘da yaşayan çocuklar ile Refah’ta
yaşayan çocuklar arasında bir “mektup arkadaşlığı” projesini organize eder. Uluslararası Dayanışma
Hareketi’nin protestolarına katılmak için Filistin’e gider. Vardığı geceyi Doğu Kudüs’te
geçirir… Batı Şeria’ya geçer… Orada Uluslararası Dayanışma Hareketi’nin
merkezinde şiddetsiz eylem pratikleri ve İsrail güçleriyle nasıl iletişim
kurulacağına dair eğitim alır. Geldiği günden 5 gün sonra Amerikalı arkadaşıyla
Gazze Şeridi’ne gider... Geceyi Block J denilen yerde çadır kurarak geçirirler.
Filistin sakinlerini ve İsrail askerlerini görebilecek şekilde konuşlanırlar.İsrailli keskin nişancıların hedefi olmamak için
çadırlarına uluslararası kişiler olduklarını gösteren bir flama asarlar… Sonra
çadırlarının yakınına İsrail askerleri ateş açar. Varlıklarının İsrail
askerlerini provoke ettiğini düşünürler ve orayı terk ederler.
Ölümünden tam 47 gün
öncedir… İkinci
İntifada yaşanıyordur… Rachel,
acımasız bir savaşın tam ortasındadır ve bunu bilerek gitmiştir Refah’a…
Vicdanı, insanlığı rotadır ona… İsrail,
askeri amaçlı bir strateji kılıfında, Refah’taki binlerce evi yıkıyor, binlerce
insanı yersiz yurtsuz bırakıyordur... Su kuyularını yerle bir ediyor, insanları
açlığa, susuzluğa mahkûm ediyordur… Bu sırada Rachel, su
kuyularının tamirinde, gündelik yaşamdaki bir takım temel ihtiyaçların
karşılanmasında insanlara yardım ediyordur. Günlerden 16 Mart’tır… Rachel, eczacı
arkadaşı Samir Nasrallah'ın ailesinin evini yıkmaya çalışan İsrail buldozerinin
karşısına dikilir… Üzerinde varlığını belli edecek fosforlu, turuncu renkli bir
ceket ve elinde de megafon vardır. İkna
etmeye çalışıyordur askeri… Asker ilerler ve buldozeriyle ezer Rachel’ı… Rachel
yaşamını feci bir şeklide kaybeder… O dönemde verdiği bir
röportajda; “İnsanların yaşama kabiliyetlerinin
sistematik bir şekilde yıkılmasına şahitlik ediyormuşum gibi hissediyorum.
İnsanlarla akşam yemeğine oturuyorum ve bazen şunun farkına varıyorum: Kocaman
bir askeri makine bizi kuşatmış ve bu makine, birlikte yemek yediğim insanları
öldürmeye çalışıyor”der... Bazı insanlar dünyaya bir amaç için gelirler ve onların bir misyonları
vardır tamamlayacak… Bayrak gibidir bu insanlar… Yeryüzü ülkesini, yeryüzü
ülkesindeki canlıları simgelerler… İnsanlık için, insanlık hasletleri için
canlarını siper ederler insanlık düşmanlarına... Daha 10 yaşındayken; "benim rüyam, 2000 yılına kadar dünyadaki açlığı bitirebilmek" diyen Rachel Corrie de işte böyle bir
insandır… Öyle ki Rachel, Gazze’de iken ülkesinin darmadağın
ettiği Irak için protesto eylemlerine katılır. Safı; yaşamdan, adaletten, kardeşlikten, barıştan
yanadır… Bunun için daha 23’ünde kıtadan kıtaya gelmiştir.
Yıl 2017… Rachel Corrie’nin
ölümünün üzerinden 14 yıl geçer… Bir şeyler değişmiş midir Ortadoğu’da?
Değişmiştir, evet… Daha çok petrol, daha çok kudret için yeryüzünü kemirenler
Irak’tan sonra Suriye’ye de gözünü dikmiş ve Suriye’yi de kemirmişlerdir. Daha
çok ölüm, daha çok kan ve gözyaşı vardır bugün Ortadoğu’da… Hasan Hüseyin Korkmazgil’in 52 yıl önce yazdığı “Kızılırmak”
şiirindeki dizeler yaşanmaya, daha da yaşanacağa devam ediyordur: “Sen ne cömert topraklarsın ey Ortadoğu/ Sen
ne çok soyulansın ve hiç uyanmıyansın.“Ortadoğu, bir yandan her gün ölüme döllenirken, bir yandan da petrol
devi olarak anılan ülkeleriyle dünya zenginlerinin sofralarında ziyafet
veriyordur... 10’ar, 20’şer, 30’ar, 40’ar hatta 100’er 100’er
ölseler de bombalı patlamalarda, haber değeri yoktur Ortadoğu’daki yitip giden canların... Barış, adalet, insanlık için başka bir coğrafyadan,
başka bir milliyetten gelen koca yürekli kahramanların, Rachel’ların anlamı
çok, etkisi yoktur maalesef Ortadoğu’da…Ortadoğulu'nun kendi gücünün, bilincinin, farkına varana dek… Ortadoğulu uyanana dek...
Resim,
16 yaşındaki Filistinli Malak Mattar tarafından yapılmış... Malak, Gazze'de
bombaların altında yaşadığı günlerde dışarı çıkmanın güvenli olmaması
nedeniyle resim yapmaya başlamış... Yetenekli bu genç kız, 2014
yılından beri resim yapıyor... "Enerjimi resim yapmak için
harcıyorum" diyor. Yaptığı resimlerden biri de Rachel Corrie için...